Mor ve Ötesi ile bundan 10 yıl önce Rolling Stone Türkiye’nin ilk sayısı için yaptığımız röportaj, şimdilerde yerine ruhsuz bir taklidini diktikleri Emek Sineması’nın önünde başlıyordu. Orada buluşmuşuz Harun Tekin’le. “Emek Sineması’nın önünde sadece buluşmamıştık,” diye sözü alıyor Harun. “Emek Sineması’na giderdik de. Benim hayatımdaki çok önemli anlara tanıklık etmişliği var o sinemanın,” diye devam ediyor. “Eğer Beyoğlu 20 sene önce şimdiki gibi olsaydı, biz olmazdık. Duman da olmazdı. Çağan Irmak da olmazdı. Reha Erdem de olmazdı. Hiçbiri olmazdı. En azından böyle olmazdı. Bundan 20 yıl sonrası için çok iyiye işaret değil bunlar. Sadece sembolik yerlerden ibaret değil bu değişim. Örneğin Fikirtepe’ye bakalım. Orada da Pentagram’dan devraldığımız stüdyomuz kurbanlık koyun gibi kentsel dönüşümü bekliyor.” Burak Güven yorumluyor durumu: “Değişim normal. Bizim de kendimizi ait hissettiğimiz yapılar başka şeyleri yıkarak, onların üzerine gelerek yapıldı. Bu tamam. Fakat şu an anormal bir şey yaşanıyor. Sadece binalar yıkılmıyor. Anılar da gidiyor. Sosyal doku da yıkılıyor.”
Değişim elbette sadece yıkıcı ve negatif bir şekilde gerçekleşmiyor. Türkiye’deki rock müziği ve ona dair yaklaşımı pozitif yönde değiştiren en önemli topluluklardan bir tanesi mor ve ötesi. Onlar da yıllar içerisinde değiştiler. Burak Güven, Kerem Kabadayı ve Kerem Özyeğen baba oldular. “Bundan büyük değişiklik olabilir mi?” diyor Harun. Burak artık hayatını çoğunlukla Fethiye’de geçirirken, Kerem Özyeğen ise Sırbistan’da, “Southpark kasabası gibi bir yer,” diye gülümseyerek anlattığı Kikinda’ya yerleşti. Harun Tekin ve Kerem Kabadayı ise İstanbul’un iki ayrı yakasındalar. Sorduğumda anlıyorum, Kerem Özyeğen’i toplu olarak ziyaret etmeye hiç fırsat bulamadıklarını. “Ama geçenlerde Kikinda’yla ilgili bir belgesel izledim. Terra Acustica Festival’ı, Balkabağı Günleri’ni ve baykuşlarını biliyorum,” diye açıklıyor Burak. Kerem’in “Gelmiş kadar oldun yani?” yorumuna kahkahayla gülüyorlar. Sadece sahnede değil, sahne dışında geçirdikleri zamanda da birlikte büyüyen bir topluluk mor ve ötesi. Bu fiziki mesafeleri gönüllerinin, akıllarının birbirlerinden uzaklaşmasına hiç sebebiyet vermemiş. Muhabbetlerine, kahkahalarına o eskinin güveni ve huzuru hep yansıyor.
Kişisel hayatlarında neler yaptıklarını konuşmaya devam ediyoruz. Kerem Kabadayı, Almanca’dan çevirisini bitirdiği, yeni yayımlanan kitaptan bahsediyor. Wolfgang Streeck’in Satın Alınan Zaman / Demokratik Kapitalizmin Gecikmiş Krizi isimli eseri Koç Üniversitesi Yayınları’ndan çıkmış. Bunun dışındaysa tarımda dijitalleşme üzerine yeni teknolojiler geliştirmeye uğraştıkları bir iş üzerinde çalışıyormuş. Harun Tekin ise içinde bulunduğumuz Babajim İstanbul stüdyolarının ortaklarından biri olmuş. Stüdyoyu gezerken Babajim’ın bir diğer ortağına, Tarkan Gözübüyük’e rastlıyorum. mor ve ötesi’nin kariyerinde yeri hayli önemli olan müzisyen/prodüktörle kısa bir sohbete girişiyoruz. Tarkan Gözübüyük grubun üç albümünde ve birçok kaydında prodüktör olarak yer aldı. Bunların arasında grubun kariyerini bambaşka bir noktaya taşıyan, sadece mvö’nin değil, Türk rock müziğinin en değerli albümlerinden birisi olan, satış rakamları 500 bine ulaşan Dünya Yalan Söylüyor da var. Tıpkı Mor ve Ötesi üyeleri gibi o da her zamanki gibi nazik, cana yakın ve ilgili. Stüdyodaki farklı simalara rastladıkça, mvö’nin bir aile olduğunu, değer verdikleri isimlerle yıllardır birlikte çalıştıklarını yeniden anımsıyorum. Yine Babajim’ın ortağı olan, mvö albümlerinde de yer alan müzisyen/aranjör Ozan Tügen ya da yıllardır grubun sahne görselliğinden sorumlu olan Ali Soner bunların sadece ikisi. mvö’nin bambaşka bir kitle tarafından tanınmasına da sebep olan Cambaz’ın girişindeki cümbüşte de Ozan Tügen’in parmağı vardı.
Onları mutlu eden anları sorduğumda Kerem Özyeğen anlatmaya başlıyor. “Kliplerimizin dahi televizyonlarda gösterilmesinde sorun yaşadığımız yıllar vardı. Cambaz’ın ortaya çıkması ve her yerde dönmesi benim için senelerin sıkıntısının bir karşılığını görmek anlamına geliyordu. O yıl (2004) boyunca her şeyin bir kartopu gibi büyümesi, işin sonunda Kral TV’den dahi, tüm o pop şarkılarının önüne geçip ödüller almak bir tuhaftı. Çünkü geldiğimiz yer belliydi…”
Babajim’ın ofis kısmındaki odalardan birinde otururken soruyorum; “Geldiğiniz yere, başlangıca baktığınızda neler hissediyorsunuz? Nasıl geçti bu 20 yıl?” Anlatmaya başlıyorlar. “Tam 10 yıl önce Rolling Stone Türkiye’nin ilk sayısındaki röportajı yapmıştık seninle. O zaman daha 10. yılımızdı. Çok hızlı geçiyor zaman,” diye söze giriyor Harun. “Giderek de hızlanıyor. Küçükken benim için 20 yaşına ulaşmak inanılmaz bir şeydi. Grubumuzun 20 yaşına gelmesi aslında hayatın gelip geçici olduğunu ve evrende hoş bir seda bırakmanın daha anlamlı olduğunu gösteriyor bize,” diyerek, biraz da gülümseyerek bağlıyor. Kerem Kabadayı ise ilk albümleri Şehir’in kaset formatında yayınladığını anlatmaya başlıyor. “Satışta 1000 kaseti geçen albümlerin CD’sini basıyordu Ada Müzik. Şehir’in de CD’si basılmıştı. ‘Altın Plak’ almak gibi bir şeydi o durum,” diye anlatıyor. Dijital servislerle müziğe ulaşmanın artık ne kadar kolay olduğundan açılıyor laf. “Ulaşılan şeyin o insanların hayatındaki yeri nedir?” diye sorup, kendisi cevaplıyor Harun. “Bence o fark etti işte. O zamanlar senin bir şeye ulaşmak için harcadığın emek, o şeye verdiğin değeri de belirliyordu. O açından da biz yine şanslıydık. 80 kişinin geldiği konserimizde, 80 kişi de yayınladığımız her şeyi biliyor olurdu. Şu anki durumda bir şeyin piyasaya çıkması ve dağılması kolay. Ama ne kadar uzun soluklu olacak? Ne kadar yere dokunabilecek? Orası karışık işte.”
Çok yere dokunan bir grup oldu mor ve ötesi. Bir şekilde tazeliklerini hep korudular. Burak alıyor sözü: “Bireysel hayatında tazeliği kaybetmemek, hayatındaki canlı, cansız şeylere sahip olduğun değerleri yansıtmak kişisel bir hedef olmalı. Mor ve Ötesi için de aynı şey geçerli. 20 yıl geçti ama biz erken başladık her şeye. 20 yıldır müzik yapıyoruz ama çok da 20 yıllık bir grup gibi değiliz. Sağ olsun bu ülke de, çoğunlukla kötüsüyle, bizi her şeye hazır ve diri tutuyor. Bunun tatsız bir heyecanı da var. Fakat üretimden yana bu vakte kadar pek bir sıkıntımız olmadı. O konuda hala heyecan var. Bekleyen şarkılar var.”
<iframe src=”https://open.spotify.com/embed/artist/5ixQSDvAMa5O758xG8MWXT” width=”300″ height=”380″ frameborder=”0″ allowtransparency=”true”></iframe>
Sonuncusu Güneşi Beklerken dahil, bugüne kadar yedi albüm yayınladı mor ve ötesi. 20. yıllarını kutladıkları şu sıralar bu albümlerin özel versiyonlarını yeniden yayınlıyorlar. Önce Şehir, Bırak Zaman Aksın, Gül Kendine ve Dünya Yalan Söylüyor’dan oluşan ilk dört albümlerini topladıkları bir ‘boxset’ yayınladılar. Bunu (yazının yayımlandığı tarihte) sonraki albümlerinin olduğu bir başka ‘boxset’ ve ardından plaklar da takip edecek. Bu albümleri yayınlarken nasıl bir motivasyona sahiptiler? “Şu 20 yılı ifade etmek bizim için önemliydi,” diyor Harun. “Her an ölebiliriz. Her an başımıza bir şey gelebilir. Özellikle Suruç’ta yaşananlardan itibaren bu ülkede bir iz bırakmak önemliydi. Artık o bir şişenin içindeki mesaj mı olurdu, yıkılan bir evin duvarındaki yazı mı olurdu, eski medeniyetten çalınan bir ses mi olurdu bilinmez… Yaptığımız şeyleri kayda geçirmek ve tekrar ortaya koymak manevi açıdan çok kuvvetli bir motivasyondu.” Sadece eskilerle de yetinmediler. “Bunu yaparken bir yandan da iki yeni şarkı yapmış olduk,” diye ekliyor Harun. “Anlatamıyorum ve Melekler Ölmez. Dolayısıyla sadece retrospektif bir çalışma yapmamış olduk.” Özellikle ilk albümlerini, Şehir’i yeniden kaydetmeyi hiç düşündüler mi diye soruyorum. Kerem Özyeğen cevap veriyor: “Yeniden kaydetmeyi düşünmedik. Onun yurt dışındaki örnekleri de pek güzel olmuyor. Ozzy Osbourne’dan Scorpions’a kadar yapanları dinledik. Orijinallerindeki hava olmuyor. O eski şarkıların belki de canlı kayıtlarının olması daha anlamlı geliyor bana.”
Tuhaf ve zor bir dönemden geçiyoruz. Ülkede günaşırı patlayan bombalar, tutuklanan gazeteciler, cezaevine gönderilen siyasi figürler, gerçekleştirilen darbe girişimi, çözülemeyen mülteci krizi, tüm bu ölümler ve yüzlerce farklı mutsuzluk kaynağı… Daha Mutlu Olamam’da, “Yağmurlu bir akşamüstü / Radyo açık, köprüdeydim / Derken bir anda fark ettim / Başka bir hayat yok ki,” diyordu Mor ve Ötesi. O şarkıda mutlulukla anılan köprünün adı bile mutsuz bir yöne doğru değişti şimdilerde. Yaratıcı, üretici kesimin de kendi alanlarında çok zorlandığı aşikar. “Üretici kan ağlıyor!” diye araya girip hepimizi -her şeye rağmen- kahkahaya boğmayı başarıyor Kerem Kabadayı. Bu sürecin onları nasıl etkilediğini soruyorum. Burak Güven, o sakin ses tonuyla tane tane anlatmaya başlıyor. “O kadar çığırından çıktı ki her şey. Eskiden kötü bir şey olduğunda buna dair yazmaya motivasyon olurdu. Şimdiyse, söylenecek bir şey yok hissiyatındayız. Ölüm var. Ölümün olduğu yerde, ondan bahsetmeyip neden bahsedeceksin ki? Aşk acısından mı? Özlemden mi? Bunlara sıra gelmiyor. Dinleyici için de böyle. Onlar da kendilerini buna uygun görmüyorlar.”
Üretimin devam ettiğinden açıyorum sözü. Onlarca güzel, yeni ve yetenekli isim müzik yapmaya devam ediyor. Sadece müzikte değil, farklı alanlarda da tüm zorluklara rağmen özel şeyler üreten insanlar var. “Dediğin iyi şeyler sanatçıların dirayetiyle, gençliğin o durdurulamaz enerjisiyle alakalı,” diye cevap veriyor Burak. “Ama insanlar gitgide daralan bir kapta, çok daha zor koşullarda üretim yapıyorlar. Orada hem senin vurgulamak istediğin umut saklı, hem de yok oluşa doğru bir gidişat var.” Dünyanın kendisindeki gidişata bağlanıyor konu. ‘Brexit’i, Avrupa’daki yükselen milliyetçilik dalgasını ve en sonunda da Donald Trump’ın Amerika Başkanı seçilmiş olmasını konuşmaya başlıyoruz. “Bizden çok daha yavaş olmak suretiyle, AB de, ABD de kötü bir gidişat içerisinde. Aslında çok da ayrı bir durumumuz yok dünyadan. Dünyanın çivisi zaten çıkmıştı. İyice çıkıyor artık,” diye ekliyor Burak. Kerem Kabadayı’ya dönüyorum. “11 Eylül (2001)’de Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırıyı hatırlıyorum,” diyor. “Yeldeğirmeni’ndeki bir fotoğraf çekiminden eve dönüyorduk. Radyodan almıştık haberi. 90’lı yıllarda iyi olan ne varsa hepsinin yok olacağını hissetmiştik. Her şeyin başlangıcı olarak anabileceğimiz tek bir nokta yok. Ama 11 Eylül’den itibaren dünya bambaşka bir şeye dönüştü. Bunun artçıları hala geliyor.”
Dünyadaki ve etrafımızdaki tüm bu huzursuzluğa rağmen tutunacak birçok şeye de elbette sahip Mor ve Ötesi. Şarkıları bunların başında geliyor. Nelerin onlara ümit verdiğinden söz açılınca Harun anlatmaya başlıyor: “Mor ve Ötesi’nin gördükleri başka birilerine aktarabileceğimiz şeyler içeriyor. Tecrübe öyle bir şey. Bunların aktarılması bir fark yaratabilir. Şarkıların insanlara dokunması onlarda bizim bilemediğimiz bir şeyleri değiştirebilir. Bu güzel.” O şarkıları ortaya getiren bileşenlerin kimyasına dair güzel şeyler söylüyor Burak: “Bir araya gelmemiz bence özel bir şey. Kozmosun devreye girdiği bir durum bu. İyi anlar, güzel şeyler yaşadık. Manevi olarak çok fazla övgüye ve sevgiye maruz kaldık. Bunun değerini çoğunlukla biliyoruz.”
Son 20 yılda kendilerini en mutlu hissettikleri dönemi soruyorum. Her biri farklı şey anlatsa da, 2009 yılında, Mor ve Ötesi’nin Avrupa turneleri onları gerçekten etkilemiş. “Eurovision’un ağırlığını üzerimizden atmıştık. O turnede hayatla da, birbirimizle de aramız çok iyiydi,” diyor Harun. Kerem Kabadayı ise: “Mor ve Ötesi ile ilgili hatırladığım en güzel dönemlerden biriydi o,” diyor. Otobüsle Almanya’yı turladıkları bu konserler serisi onlar için bir çeşit zirveymiş. Burak ise daha gerilere dönüyor. İkinci albümleri Bırak Zaman Aksın’ın kayıtlarına gidiyor. “23’ü kaydederken gün doğmuştu. Ben pencereye yakın bir yerdeydim. O sabahın doğuşu, notaların uzayışı… Çok güzel bir his hatırlıyorum. ‘Her şey güzel, biz iyi bir şey yapıyoruz’ diye.”
Anadolu’nun dört bir yanında, kendi deyişleriyle The Beatles’vari bir şöhret yaşadıkları anları anımsıyorlar. Bir seferinde Datça’da polis kordonuyla konsere götürüldüklerini anlatmaya başlıyorlar. Geçmişin imgelerinde dolaşırken gözlerine derin bir mutluluğun ve güzel şeyler başarmış olmanın huzuru yansıyor. Hayranlarıyla aralarında kurdukları o güçlü bağı sorduğumda ise yine Burak anlatmaya başlıyor. “Biraz da gözlerinin önünde büyüdük insanların. İlk albümlerin o hafif kırık, dökük halinde bir çıplaklık var. Biz öyle tasarlamamıştık ama öyle oldu. Merak eden bizim gelişimimizi, eğilimlerimizi çok net görebiliyor. Bu izi sürmek insanların hoşuna gidiyor herhalde.”
Memleket meseleleri üzerine konuşmaya devam ederken, Burak iki farklı mor ve ötesi şarkısından referans verip her şeyi bir anlamda özetliyor. “Ucuz bir film gibi / Başından sonu belli / Ağlar içim / Bu biz mi, o ben miyim,” diyor, Sonu Belli’nin sözlerini anarak. “Ama hala güzel dostluklar var,” diye devam ediyor. “Çok güzel bir doğa var. Çok güzel yemekler var. Çok güzel müzikler var. Bir araya geldiğimizde hala kahkahalarla, bağıra bağıra gülebiliyoruz. Onun üstüne de bu dünyanın ve Türkiye’nin gölgesi, “Ayıp Olmaz Mı?” diye düşüyor. O güzel şeyleri de doya doya yaşamak mümkün olmuyor. Buna da ne denir bilmiyorum. Edep mi? Başka bir şey mi? Bir adı vardır elbette. Zor zamanlar,” diye bitiriyor cümlesini. Zor zamanlar.
Sohbetimiz sona erdiğinde, Harun beni stüdyonun merdivenlerinden yolcu ederken düşünüyorum bu sözleri. Tam vedalaşırken, “Neler hissettirdi sana tüm o şarkılar? Onları da yazsana,” diyor. “O kadar çok şey var ki, birer birer söylesem bile çok ağır kaçar,” diye düşünüyorum içimden. Bu zor zamanlarda iyi ki varlar. Nice 20 yıllara. Nice 20 yıllara mor ve ötesi.