70’lerin New York’u hakkında konuşmayı bırakamamanızın bir nedeni var; ve iyi de bir neden. Son zamanlarda, televizyonda, filmlerde ve hele de kitaplarda, 1970’lerdeki New York’a yoğun bir özlem sezmemek elde değil… En kötü zamanlarında bile zenginle fakirin beraber acıya göğüs gerdiği veya şehrin özgürlüğünün tadını çıkardığı çok daha demokratik bir şehre duyulan özlem… O zamanlar, kendinizi bir rock yıldızı gibi hissettiğiniz ve hissettirdiğiniz sürece cebinizdeki para kimsenin umurunda değildi.
Fırsatların ve sonsuz olasılıkların zamanıydı… Ressamlar, müzisyenler ve yazarlar; hepsi birbirini tanırdı ve kolayca erişilebilirlerdi. Kiralar düşük olduğu için sanatçılar, dansçılar, şarkıcılar Manhattan’da yaşayabiliyordu. Ayaklarının altında koşturan fareleri umursamayan ya da gün ortasında sokakta soyguna uğramayı göze alan herkes burada ünlü olabilir; ya da ünlü birisiyle tanışabilirdi; ve o dönem insanlar korkusuzdu!
Sanatçı olmak için gece hayattı şarttı. Şimdikinin aksine o zamanlar gece kulüpleri farklı insan profiline göre ayrılmıyordu. Mudd Club’dan, Studio 54’e içerisi her tipten insan ile dolu olurdu.
Pembe gözlüklerle ve nostaljiye duyulan özlem ile bakıldığında 70’lerdeki New York şehrin en eşitlikçi dönemine işaret ediyor; ancak özünde belki de her zamankinden tehlikeli, rekabetçi ve pisti…