Ah bir de yazının derinliklerine dalmadan önce şunu bilmek gerekiyor; tekli, ikili veya takım halinde yapabileceğiniz bu spor ikili olarak icra edildiğinde “düet” olarak isimlendiriliyor. Ve ödüllü bir belgesel yapabilmek için de evrenin birtakım güçleri sizin için bir araya getirmesi. Bir bitirme projesi olarak başladıkları ilk filmlerinde; İdil ve Ekin önce bu sporcularla olan iletişimlerini ve spora olan yatkınlıklarını iyi bir hikayeye dönüştürdüler; oldukça inişli ve çıkışlı olan bu yolculukta projeden filme dönüşen belgesellerini bitirmek için de çıkış noktası aradıklarında da bir başka hayalperest yönetmenin kendilerine inanması tüm denklemi değiştirdi. Ali Bilgin yapımcı kimliğiyle Düet hayaline katıldı ve İdil ve Ekin’in ilk filmi realize oldu. Defne ile Mısra’nın hikayesi adım adım festivaller aracılığıyla tüm dünyaya yayılmaya başladı. Bizim için bu hayallerin, dostluğun ve mücadelenin filmi. Düet’e siz de katılın.
Bu masadaki herkesin ortak noktası; bu sporu hayatının bir noktasında profesyonel olarak icra etmiş olmak. Önce buradan başlayalım; “senkronize yüzme” sporu hayatınıza nasıl girdi?
Mısra Gündeş: Ben etkinlik peşinde koşan bir çocuktum. Yapacak bir şeyler arıyordum. Mesela buz pateni vardı ilgimi çeken onu istiyordum. Annem seni götüremem, çok uzak diyordu. Sonra, tesadüfen babamın şirketinde çalışan birinin kızları varmış. Onlar yapıyormuş su balesi ve babamın iş arkadaşı da onların yarış CD’sini dağıtmış “Benim kızlarım bunu yaptı.” diye. Sonra, o bana ulaştı. Ben izleyince bu sefer su balesi yapacağım diye tutturdum, sonra öyle biraz deneme yanılmayla başladım.
Kaç yaşında başladınız? Bize biraz bu sporun doğasını anlatır mısınız?
İdil Akkuş: 8 yaşındaydım ben başladığımda ama onun öncesinde okul takımında yüzüyordum. Yüzme geçmişim vardı.
Defne Bakırcı: Ben de ilk olarak yüzmeyle başladım ama tabii ki ondan önce herkesin de bildiği gibi bir buz pateni geçmişim var. Sonra yüzmeye başladım. Ondan sonra, benim gittiğim okulda sınıf arkadaşım hatta o dönem çok yakın bir arkadaşım araştırıp bulmuştu. Annelerimiz zaten iletişim halindeydi sürekli. Sonra dediler ki “Defne de gelsin. Birlikte gidelim; birlikte başlayalım spora.” diye. Ben de o şekilde başladım. 7-8 yaşlarındaydım.
Ekin İlkbağ: Aynı takımdaydık ilk başladığımızda. Annem görmüş afişini Çevre Koleji’nde. Yeni o zamanlar dört beş kişi vardı ben ilk antremana gittiğimde. Denediler bir antremanda, herkese yaptırdılar, yüzdürdüler “Bakalım, yüzebiliyor mu?” diye. Ben o antremandan çok şey aldığımı hatırlamıyorum, “Ay ben bunu yapmak istiyorum.” dediğimi; ki ben TRT’de falan izlerdim; buz pateni, su balesi falan. Çekici bir şey ama antremanda çok etkilenmemiştim ama yine de devam etmiştim. Sonra biz Defne ile birlikte ilk düetimizi yaptık.
Aslında Defne’nin ilk partneri Ekin…
Ekin İlkbağ: Evet, öyle oldu! Annemin “İster misin?” demesiyle başladım, yıllarca devam ettim ama ben o spor disiplinini sevmemiştim.
Kaç sene devam ettin?
Ekin İlkbağ: 2013’te bıraktım. 2007’den 2013’e kadar yaptım.
İdil Akkuş: Benim de benzer bir hikayem var. Annem boş kalmamam için yaz okuluna göndermişti. Yaz okulu biterken yüzme hocası arayıp sordu “Biz kış okulunda böyle kurslar açıyoruz.”, yani kulüp sistemi biraz hangi antrenörler nerede varsa oraya gidip geliniyor, geleneği köklü olan bir şey yok genelde. Dediler ki “Ya voleybola gel ya da su balesine gel.” Voleybolu herkes oynuyordu, su balesine gitmek istemiştim.
“Sürekli önümüzün kesildiği ve özgürce yaşayamadığımız bir ülkede hatta bir dünyadayız. Su balesi bir bakıma riskli de bir konu çünkü sınıfsal olarak ayrılan bir spor diğerlerine göre şu ana kadar adını duymayan insanlar da izliyor bunu ama kimse kibirli bir yerden bakmıyor ya da o ayrımı çok hissetmiyor çünkü gerçekten herkesin hayatında böyle sorunlar var. Su balesi yaparken de bunlar var. Okula giderken, de sokakta da var o yüzden herkes bağ kurabiliyor.”
– İdil Akkuş
Peki biraz daha yakın geçmişe gelirsek… Yıllar sonra tekrar bir araya gelme süreciniz nasıl oldu? Bu konu nasıl bir belgesele dönüştü?
İdil Akkuş: Biz Ekin’le de aynı kulüpte bulunduk. Daha sonra sporu bırakma vs. sürecinin ardından ben üniversiteye başladım. O zamanlar görüşmeyi kesmiştik doğal olarak. Ama bilinçli bir şey değildi görüşmeme hali. Sonra ben Sinema okumaya başladım. Ekin de Sinema okumaya karar vermişti. Biz aslında başka şeyler yapmak için bir araya gelmiştik bir şeyler çekelim niyetiyle. Bu konu değildi asla. O sırada da Mısra ve Defne’nin yükseliş dönemiydi. Birbirimizi tanıyorduk. Başarılarını görüyor ve takip ediyordum. Sonra, mezuniyet projesi yapmam gerekiyordu ve danışmanım da biz Ekin’le bir şeyler yapmayı tartışırken dedi ki “Bildiğiniz şeylerden başlasanız daha iyi olur.” Bu; bizi bu alanda üretmeye itti. Çünkü biz de çok keyifli bir spor hayatı yaşamadığımız için dertliydik zaten. Hem başarılı hem de derdi olan eski takım arkadaşlarımız varken bunu anlatmak istedik. Ve her şey öyle başladı.
Tekrar bir araya geldiğinizde duygu durumunuz nasıldı? Bunun bir belgesele dönüşeceğini duyduğunuzda ne hissetmiştiniz?
Mısra Gündeş: Bizim için her zaman garip bir süreçti. Bir gün çıktılar; biz böyle bir şey yapacağız dediler ve o zamanlar daha kapsamlı değil de daha farklı bir senkronize yüzme konusu işleniyordu onların anlattığı şeyde. “Bunlar bizim arkadaşlarımız ve bir kameraları var.” diye düşünüyorduk. Bunun ötesinde bir şey yok gibi geliyordu bize her zaman, son dakikaya kadar “bizim arkadaşlarımız bizi arada bir çekiyorlar, biz de antremanımızı yapıyoruz” kadar basit bir yerden bakıyordum konuya. Bizim için olağandışı bir şey yoktu. Bunun bir film olduğunu, festivallerde, beyaz perdede gösterileceğini fark etmemiz baya geç oldu.
Peki o bitirme projesi ile bizim izlediğimiz film; birbirinden nasıl ayrışıyor?
İdil Akkuş: Aslında iki film yapmak üzere yola çıktık. İlki sporu tanıtsın kısa veya orta metraj; sonra Mısra ve Defne’nin hikayesini izlediğimiz aslında şu an olan filmi yapalım. Süreç içerisinde baktık ki ilkini yapmak istemiyoruz. Sonra filmler birleşti ve ikisini aynı filmde anlatmaya karar verdik. Mesela, Defne’nin ve Mısra’nın röportajlarının olduğu, gerçekten antrenörlerin, hakemlerin röportajlarının olduğu ve daha klasik bir anlatımda ilerleyen böyle bir versiyonumuz da var.
O hangi dönemi kapsıyor?
İdil Akkuş: İlk antrenörleri kovulduktan sonrası; ikinci antrenör gelmeden öncesi gibi bir dönemdi. Biz hepimiz durduk aslında ne yapacağımızı bilemedik. Onlar tabii tam olarak durmadı ama biz çekimlere bir ara verdik. Sonra tekrar devam ettik.
Bitirme projesinden belgesel filme evrilen bu süreci anlatır mısınız?
İdil Akkuş: Belgesel izlemeye başladık çünkü. Belgesel yapmaya başlamıştık ama çok fazla da bunu izlemiyorduk ve örneklerini dünyada takip etmemişiz bir sebebi bu benim açımdan. İkincisi, yavaş yavaş ikisi arasındaki dostluğun ve o yol arkadaşlığının filmin en temel taşı olduğunu anladık ve bu sefer onun üzerinden gitmeye başladık. 2018’de takip kamerasına geçtik daha gözlemci bir hale getirmeye başladık filmi; çünkü bizim bir şey yazmamıza sormamıza gerek olmadan onlar çok şey anlatıyordu. Kendini anlatabilecek malzememiz olunca da oradan devam ettik.
Ekin İlkbağ: Düet’in yolculuğu altı yıl sürdü ve bizim de bireysel sinema yolculuğumuzu geliştirdiğimiz; neyi sevip sevmediğimizi, ne yapmak istediğimizi fark ettiğimiz bir süreç oldu. Yola çıkarken tam olarak ne çekeceğimizi bilmiyorduk. Hikayeden ne almak istediğini bilince daha farklı yaklaşıyorsun. Nasıl bir şey izlemeyi sevdiğimizi de idrak ettik ve o zaman bu film ortaya çıktı.
Belgeselin yaklaşık altı seneye yayılan çekim sürecinde iki yönetmen olarak yaşadığınız zorluklar ne oldu?
İdil Akkuş: Bizim devamlı bir çekim ekibimiz yok. Altı yıl sürdü ve yapımcımız 2019’da katıldığı için bireysel çabamızla bu süreci ilerletmek ve bunu bir noktaya getirmek başlı başına zordu. Biz sete gidiyoruz. Tabii, set dediğimiz çekimler bunlar. Onlar çalışma biçimi olarak antremandalar, yarıştılar, kamptalar, evdeler peşlerine düşüyoruz. Yurtdışı yarışlarının hepsine gittik biz onlarla. Pandemide sokağa çıkma yasağı bir tek bizi durdu ama bir noktada da kameraları onlara teslim ettik.
Ekin İlkbağ: Pandemi dönemiyle birlikte filmde de bir kırılım oldu; normalde biz böyle uzun bir süre Mısra ve Defne’nin de bir şey çekmesini istediğimiz zaman rica ediyorduk; “Biz şuraya gelemiyoruz. Bugün siz çeker misiniz?” diye ya da böyle anlarda yoksak çekin falan ve belki de uzun bir süre bunun bir film olacağını ikna olmadıklarından çekmiyorlardı “Çekemiyoruz biz. Öyle yapmayın.” diyorlardı. Bu dönemi nasıl değerlendireceğiz diye endişeliydik; çünkü bir şey çekmezsek çok büyük bir boşluk olacak. En büyük kırılma noktasıydı bu. Olimpiyatların ertelendiği gece ben Mısra ile konuşmuştum daha doğrusu o galiba mesaj atmıştı “Ertelendi ve ne yapacağımı bilmiyorum.” diye. Ondan bir çekim istemek istiyorum yani bir düşüncelerini duygularını kaydet falan diye ama çekindim çünkü muhtemelen kötü bir an yaşıyordu, üzerine gitmek istemedim. Ve ben bir şey demeden Mısra filmde izlediğiniz o sahneyi attı bana.
Belgeselin çekim sürecinde – Defne ve Mısra – sizin akıllarınıza kazan anlar ne oldu?
Defne Bakırcı: Bir dönem vlogger gibi kamera sürekli açık takıldık; “25 dakika oldu kayıttayız, ama bir 10 saniyesini alırlar kullanırlar herhalde.” diyordum.
Birliktelik ve uyum gibi duygular sizin hayatınızda nasıl bir alan kaplıyor?
Defne Bakırcı: Güven. Ne olursa olsun ya da aklınızdan ne geçerse geçsin onun tamamlanacağını biliyorsunuz ya da o gün sabah kalkamadığınız zaman birinin sizi kaldıracağını biliyorsunuz en basit örnekle. Yani düştüğünüzde sizi tutan birisi olacak ya da bazen kaldırmayla uğraşmayıp o da sizinle düşecek; “Aynı seviyedeyiz merak etme!” diyecek. Sizinle empati kuran bir insan olduğunu bilmek, onu hissetmek bence en güzel şeyiydi birlikte çalışmanın. Çünkü baktığınız zaman yıllarca, 12 yıl düet yaptık, bu 12 yıl içerisinde bir tane ayrı düşüncemiz ya da bir tane tartışmamız veya bir tane kavgamız olmadı.
Mısra Gündeş: Tüm bu süreç bana o kadar doğal geliyordu ki yani hiç böyle arkasını önünü falan sorgulamıyordum. Sağ kolum ya da sol kolum gibi, vücudumdan bir parça gibiydi artık benim için Defne.
”Memlekette kadın olmak zaten yeterince zorken bir de kadın sporcu olmanın ne kadar zor olduğunu anlatabilen bir hikaye olması ve bu filmi paralelinde aynı zorluklarla bitirmeye çalışan yönetmenlerin mücadelesine tanık olmak beni projeye dahil etti. ”
– Ali Bilgin
Film ekibinde nasıl o birliktelik duygusu gelişti ve sizi bireysel olarak nasıl etkiledi?
İdil Akkuş: Sürekli bir şeye adapte olmamız gerekiyor ve bunun için de disiplinli olmamız gerekiyor ve ekip olunca bu daha kolay. Filmin üzerine düşünürken birinin daha olması çok güzeldi bence.
Ali Bilgin: Uyumlanabilme becerisi insanı en çok zorlayan ve bir yandan da geliştiren bir meziyet. Yaşadığınız topluma, ilişkiye, mekana, zamana ne kadar hızla uyumlanabilirseniz o kadar kısa sürede başarı ve mutluluk gelir diye düşünüyorum. Size karşıt düşüncelere, fikirlere esnek olmak, karşıdakini değiştirmeye çalışmadan birlikte yaşamayı başarabilmek medeni olmanın en büyük göstergesi. Uyum denince aklımdaki tabloda; her şeyin aynı olduğu, herkesin aynı düşündüğü bir dünya, bir ilişki değil, farklı görüşlerin farklı karakterlerin bir arada var olması fikri daha baskın. Uyum zıt görüşlerin, fakrlı karakterdeki insanların birlikte yaşayabilmesiyle mana kazanıyor. Uyumsuzluğun uyumu çok güzel.
Düet bizim için mücadeleyi simgeleyen bir kızkardeşlik hikayesini işaret ediyor. Bu hayallerin peşinden gitme hissi bizi motive, güçlendiriyor. Sizin aklınızda hangi duyguları uyandırıyor film? Evet filmin merkezindesiniz ama dışarıya çıkıp baktığınızda ve yorumları dinlediğinizde sizi motive eden, heyecanlandıran veya düşünmeye iten duygular ne oldu?
Defne Bakırcı: Benim için hayal kırıklığıydı. Filmden bahsetmiyorum. İzlediğim şeyden bahsediyorum. Film o kadar güzel ki ve bütün duyguları o kadar verdi ki bana ama sadece sonunda beklediğim o şeyi bana vermedi. Biliyorum, bizim hayatımız ama dışarıdan bakınca daha da büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Dedim ki; “Biz bunu yapmayı gerçekten istiyorduk. Biz bir şeyler başarmayı gerçekten çok istiyorduk. Biz bunun için üniversiteden vazgeçtik, okula gitmedik. Onu geçtim; ailemizden, arkadaşlarımızdan vazgeçtik.” Bir sürü fedakarlık ve iyi bir noktaya bağlanması gereken bir filmin o hedeflere ulaşılamadan bitiyor olması ve bunu tekrardan görüyor olmak tam bir hayal kırıklığı. Hatta izlerken bazen kendimi şunları derken buldum; “Biz burada çok iyiydik. Böyle devam etseydik, belki olabilirdi.” Bu düşünceler işte tekrar tekrar gelince ben izlediğim zaman gerçekten çok üzüldüm. Her izlediğimde ağlıyorum.
Mısra Gündeş: Mutlu sonla bitmiyor ama mutlu bir sonu var arka planda. O, gerçek hayatta da öyle. Arkadaşlığımızın hala devam ediyor olması ve bu mutsuz sona ulaşırken bir sürü hayal kırıklığı yaşarken bile hala birbirimiz bulabiliyor olmamız, hala birbirimizi destekliyor olmamız benim için çok önemli. Bunu izlerken en çok sanırım onu hissetmiştim zaten hep Defne ile yan yana izledik ve hep elele tutuştuk ağlarken. Ben en çok ondan etkileniyorum.
Ali Bilgin: Düet; farklı karakterler olmalarına rağmen birbirine tutunan iki arkadaşın, her türlü zorluğa rağmen ellerindeki en büyük gücün birbirlerine olan inancı anlatan bir ilişki filmi diyebilirim. Umut insanın hayatta kalmasını sağlayan en büyük güçken, hayallerin uğruna mücadele ederken yalnız bırakılmak en büyük çaresizlik. Bence umut; insanlara zor zamanlarında yalnız olmadıklarını hissettirmek, insanlığa dair umudun kalmaması çok korkunç bir his. İnsanların zorlandıkları, çaresiz hissettiği, mücadelesinde tek kaldığını düşündüğü anlarda yanında olduğunu hissettirmek bir insana verilebilecek en büyük umut. Bunu da maalesef ki deprem sürecinde çok sert bir şekilde deneyimlemiş olduk.
İdil Akkuş: Ortada büyük bir emek var bu sporu yapmak için harcanan ve bu emeğin bir şekilde görünür kılınması ilk dertlerimdendi ilk 2016’da başladığımızda. Hayal kırıklığıyla dolu olabileceğini ön görüyorduk kendi sporculuk hayatımızdan dolayı ama değerli bir şeydi o mücadeleleri benim için. Aslında Türkiye’de ne yapmaya çalışırsak çalışalım böyle şeylerle karşılaşıyoruz. Evet, orada bir federasyon var ama o da bir birim sonuçta bu eğitim alanında. Aslında her alanda sokağa çıktığımızda, tüm yaşamımızda birtakım şeyler var ve bizden kaynaklı değil bunun nedeni genel olarak. Sürekli önümüzün kesildiği ve özgürce yaşayamadığımız bir ülkede hatta bir dünyadayız. Su balesi bir bakıma riskli de bir konu çünkü sınıfsal olarak ayrılan bir spor. Diğer spor dallarına göre şu ana kadar adını duymayan insanlar da izliyor bunu ama kimse kibirli bir yerden bakmıyor ya da o ayrımı çok hissetmiyor çünkü gerçekten herkesin hayatında böyle sorunlar var. Su balesi yaparken de bu sorunlar var. Okula giderken de sokakta da var o yüzden herkes bağ kurabiliyor.
Ekin İlkbağ: Dostlukla yürümenin ne kadar güzel bir şey olduğunu anlattığımızı düşünüyorum. Aslında hepimizin yaşadığı bir hayali gerçekleştirmeye çalışırken ya da sadece var olmaya çalışırken sürekli ne kadar yetersizlikle ve kösteklikle karşılaştığımızı ama bunu bireysel alanlarımızdan çıkıp mücadele etmeden yenemeyeceğimizi hissettirdiğini düşünüyorum.
”Düştüğünüzde sizi tutan birisi olacak ya da bazen kaldırmayla uğraşmayıp o da sizinle düşecek; “Aynı seviyedeyiz merak etme!” diyecek. Sizinle empati kuran bir insan olduğunu bilmek, onu hissetmek bence en güzel şeyiydi birlikte çalışmanın.”
– Defne Bakırcı
Düşlerini yaşamak isteyen iki sporcu ve ona beklediği imkanları sağlayamayan bir ülke; yeniden hayal kurma farklı alanlara yönelme motivasyonunuzu nasıl buldunuz?
Defne Bakırcı: Ben hafta sonu Almanya’ya gidiyorum yüksek lisansa. Akademik kariyer olarak ilerlemek istiyorum.
Ne üzerine?
Defne Bakırcı: Ben İngilizce öğretmeniyim. Dilbilimi okumaya gidiyorum. Dilbilimini orada okuyup üzerine doktorasını vs. yapıp o noktada kalmayı düşünüyorum.
Daha verimli bir öğretmen olma, akademisyen olma hayali…
Defne Bakırcı: Evet, öyle. Spor, evet, okay ama bunu hayatımın sonuna kadar yapmak istemediğimi biliyordum. Sporun içinde antrenör olarak kalmayı kesinlikle istemiyordum. Kesinlikle. Zaten öğretmenlik okudum dedim ki ben buradan ilerlerim. Sevdiğim bir dal. Sevdiğim bir dil. Farklı bir şey yapmak istiyorum hatta öğrencilerimin çoğu da bilmez. Meslektaşlarımın çoğu bilmez benim eskiden bir sporcu olduğumu çünkü söylemem; ben o defteri kapattım. Ve öğretmen olarak hayatıma devam ediyorum ve şu an çok daha mutlu olduğum bir işi yaparak çok daha mutlu olduğum bir konumdayım. O yüzden, güzel geçiyor benim için şu an. Geleceğimin de güzel geçmesini umuyorum bu noktada.
Mısra Gündeş: Ben böyle ters köşe bir yerden antrenörlük yapıyorum. Hiç içinde olmak istemediğim bir yerdeyim aslında şu an. Yine aynı şekilde bir süredir bırakmak istiyorum ama bu sefer de yarış ertelendi işte. Ben mesela Mart’ta bırakacaktım yarış ertelendi. Çocuklara çok büyük bir bağımın olduğunu fark ettim ve yarıştan önce bırakamam çünkü gerçekten gözlerimin içi parlıyor çocukları görünce. Eskiden de zaten antremana o yüzden giderdim. Mutsuz olunca modum değişir belki sohbet ederiz falan diye giderdim. Şimdi yine aynı noktada çocukları falan görürüm diye gidiyorum antremana. Şu an antrenörlük yapıyorum ve aynı zamanda yüksek lisans başvurusu sürecindeyim ben de okumaya devam etmek istiyorum. Ben de sosyoloji bitirdim. Sosyoloji alanında böyle bir belki eşitsizlikler üzerine yüksek lisans yapmak ve Almanya’ya gitmek istiyorum. Belki orada karşılaşırız.
Filmin yapım sürecine geri dönersek; Ali Bilgin ile yollarınız nasıl kesişti?
Ekin İlkbağ: İlk yola çıktığımız zaman, film yapma fikri sadece biz de böyle deneyelim dediğimiz şeklindeydi. Sonrasında, her şey zaman içerisinde evrildi. Tamam, bu bir dostluk hikayesi olacak, bu bir mücadele hikayesi olacak ve aslında ilk başladığımız zamanki gibi kamerayı alıp gittiğimiz çekimlerdense İdil’le oturup düşünüyorduk; “bir senaryo yazar gibi mi başlarız, başlarına ne gelebilir, nasıl bir yola girerler, biz onların yolculuğundan ne almak istiyoruz, nasıl bir hikayeye evireceğiz ve bundan nasıl bir hikaye çıkaracağız?” diye. Zaman içinde bunu oturttukça çekimlerimiz daha kararlı ilerlemeye başladı ve nasıl bir an yakalamak istiyoruz bunların da peşine düştük. Yapımcı Ali Bilgin’in de dahil olması biraz filmi bizim açımızdan da daha ciddi bir boyuta taşındı.
İdil Akkuş: Biri daha inandı bize; güvendi.
En büyük motivasyon!
Ekin İlkbağ: Biz sponsor arıyorduk alsında Tokyo Olimpiyatlarına gitmek için; hani şu iptal olan kimsenin gidemediği Olimpiyatlar! Korkunç bir bütçe yönetimiyle yaptık biz bu filmi. Cebinden parayla film yapmamalısın normalde ama biz öyle ilerlemiştik ve artık Tokyo’ya gidecek paramız kalmadığı için sponsor arıyorduk. Ben kurgucuyum. İşte o zamanlar da Ali Bilgin’in yönetmeni olduğu bir filmde çalışıyordum. Dertleşirken, “Biz nasıl Tokyo’ya gideceğiz? Nasıl olacak?” diye konuşuyordum; o bize sponsor bulma noktasında yardımcı olmaya çalıştı; markalara gitti ama içeriğinden dolayı markalar böyle bir filme yanaşmadı. Sonra dedi ki “Ben yapmak istiyorum; çünkü bunun daha başındasınız çok masrafınız olacak.” Sonra bize adımları saymaya başladı; post süreci, kalan çekimler, festival başvuruları, katılımları. Bize de mantıklı geldi ve dedik ki birinin daha inanmış olması bize çok iyi geldi. Yürütücü Yapımcı diyebileceğimiz birini daha kattı ekibe ve bizi Antalya Film Festivali başvurusunu yapmaya teşvik etti. Antalya büyük bir şey açtı çünkü orada bir kişi daha bize inandı diye sevinirken orada birçok kişinin inanmaya başladığına şahit olduk; ve aslında dağıtım diyebileceğimiz süreci de yapımcıyla yürütmüş olduk. Öyle büyük bir avantajı var bizim için. Mesela, hiç çekim içeriğimize müdahale etmedi. Biçimimize de öyle. Kurguda bile neredeyse her şeyi bize bıraktı. Tabii ki, paylaşıyorduk, fikrini alıyorduk ama bizim filmimiz olduğunu hep kabul etti. İyi bir destek oldu. Bu okullarda çok öğretilmiyor maalesef ama bir filmi yapımcıya ihtiyacı var yani. Çok önemli bir şey. Mesela Ali Bilgin dahil olmasa biz de böyle bu filmi yapmış ve bir köşeye koymuş olurduk ve böyle bir etki yaratamazdık.
Ali Bilgin: Filmini bitirmeye çalışan idealist iki genç yönetmene destek olmaktı amacım, daha sonra filmin kahramanlarını ve hikayeyi öğrenince projeye olan merakım ve heyecanım yükseldi, önceliğim aslında projenin yapımcısı olmak değildi, projeyi bitirmelerine maddi destek sağlamaktı. Bu desteği çok rahat bulabileceğimi, sponsorlarla bu işi çözebileceğimi düşünürken, büyük yanıldığımı gördüm çünkü yaptığım görüşmelerde hikayenin içindeki sistem eleştirisi markalara sert geldi, korktular, o gerçeğin değişmesini istedikleri nokta, filmin yapımcısı olmam gerektiğine karar verdiğim an oldu. Parçası ve yapımcısı olmaktan büyük gurur duydum, yönetmenlerimizin Antalya’da yaptıkları ödül konuşmasındaki yaşattıkları gurur yeterliydi bana. Ayrıca tek dertleri Olimpiyatlara kalmak isteyen, bunun için yalnız başlarına zorluklarla ve sistemle mücadele eden; memlekette kadın olmak zaten yeterince zorken bir de kadın sporcu olmanın ne kadar zor olduğunu anlatabilen bir hikaye olması ve bu filmi paralelinde aynı zorluklarla bitirmeye çalışan yönetmenlerin mücadelesine tanık olmak beni projeye dahil etti.
Interview by Duygu Bengi
Photography by Yağız Yeşilkaya