Biyo-sanat alanına nasıl ilgi duydunuz ve bu alanda çalışmaya nasıl başladınız?
Esin Aykanat Avcı: Amacım hiçbir zaman özel bir alanda veya özellikle biyo-sanat alanında iş üretmek olmadı. Sanat, benim için bir ifade ve deneyim yaratma alanı. Bu ifadeyi ve deneyimi en iyi şekilde nasıl aktarabilirim sorusunun peşinden gidiyorum hep. O yüzden baştan beri amacım, bir parçası olduğumuz doğa hakkında konuşurken, etrafımdaki gelişmeleri de gözeterek, kendi sınırlarımı ve bilgi dağarcığımı zorlayarak ona her defasında daha samimi bir şekilde yakından bakabildiğim, uyum sağlayabildiğim yeni bir deneyim alanı yaratmak ve bunu en iyi ifade yöntemiyle veya görsel araçla paylaşabilmek. Böylece, çalışmalarımı atölyenin dışına taşıdığım ve doğal malzemeyi bire bir deneyimleyerek işler üretmeye başladığım bir dönem, organik olarak beni bu noktaya getirdi. Doğal malzemeyle çalışmak ve onun özüyle ilgili düşünmek tabii ki ister istemez bilimi işin içerisine katıyor. İnsanın fiziksel olarak doğayla tekrar bir olabilme ihtimali üzerine düşündüğüm bir noktada yapraklardan insanlar için organ üretilebilme ve bir ıspanaktan bir kalp nakli gerçekleştirme ihtimali ile karşılaşmak aslında bu düşüncemi tam olarak ete kemiğe büründürmüş oldu. Bu projeyi üretmek için, aslında zaten atölyeden dış mekana atmış olduğum adımı bir biyoloji laboratuvarına taşıdım. Şu anda bu üç ortamı birleştiren bir konumda işlerimi üretmekteyim.
Doğa, yaşam ve ölüm. Birçok insan için de aslında bu temalar birbirleriyle çok bağlantılı. Fakat, siz bu ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Bize biraz bundan bahsedebilir misiniz?
Esin Aykanat Avcı: Ben doğanın bir parçası olarak insanın yeryüzünde yaşamı üzerine düşünerek yola çıktım. İnsanın yaşamı esnasında etrafıyla olan ilişkisini, doğada kendisini nerede ve nasıl konumlandırdığını araştırmaya ve gözlemlemeye çalıştım. Fakat, bu düşünceyle çıktığım yol yine beni yaşamın bir parçası olan ölümü de işin içerisine katmaya itti. Ölüm, benim çalışmalarımda bir son, nihai bir varış noktası olarak değil de değişimin ve dönüşümün bir parçası olarak ara bir faz şeklinde yer alıyor. Yapraklar veya bitki parçaları gövdeden ayrıldıkları anda, benim müdahalemle, ölümle yaşam arasında donup kalıyorlar. Bu cansız plastiklere veya kağıtlara benzeyen şeffaf ve damar sistemleri hala üzerinde olan organik yapılar da aslında gelecekte bir noktada sterilize edilerek üzerlerine canlı hücreler nakledilmesi halinde başka bir formda yaşam potansiyellerini hep üzerlerinde taşıyorlar. Ölüm, aslında bir ara faz, bir bekleme noktası, yeni bir oluşumun hazırlık safhası…
Yaprakların bir “eve” dönüşme fikri nasıl ortaya çıktı? Nasıl bir süreç ile izlediniz?
Esin Aykanat Avcı: Yaprakların hücrelerinden arındırılması ve içerisinde insan hücrelerinin geliştirilerek insanlar için organ üretiminde kullanılması fikri bilimsel bir araştırmadan gelmekte. Ben bu araştırmanın makalesinde belirtilen yöntemleri uygulayarak bu “ev” olarak bahsettiğimiz yeşil klorofil yapısından arındırılmış, yalnızca selüloz şeffaf deri ve damar yapısı kalmış bu yaprakları bu araştırmayı baz alarak makalede (“Crossing Kingdoms: Using decellularized plants as perfusable tissue engineering scaffolds”) belirtilen yöntemlere göre üretmekteyim.
İfade etmek istediğim düşüncenin hangi yöntem, hangi malzeme veya hangi disiplinle daha iyi aktarılabileceğine inanıyorsam o alanın sınırlarını ve o alanda kendi sınırlarımı zorlamak bana ilgi çekici geliyor.
-Esin Aykanat Avcı
Sanat ile ilgilenirken bir biyo-kimya uzmanı ile bir araya gelip projenizi geliştirme süreciniz nasıl gerçekleşti?
Esin Aykanat Avcı: Biyo-sanat alanında iş üretmeye başlamam, yapraklardan insanlar için organ üretmekle ilgili yapılan bir bilimsel araştırmanın ilgimi çekmesi ve bu araştırmanın bir parçası olan yaprakların hücresizleştirme sürecini gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğimi araştırmaya başlamamla oldu. Tabii ki, bu konuda yeterli donanıma sahip olmadığım için bilim insanlarının desteğine ihtiyaç duydum. Bu aşamada şanslıydım çünkü Hacettepe Üniversitesi’nde biyokimya alanında akademisyen arkadaşım Ilgım Göktürk bana, “Crossing Kingdoms: Using decellularized plants as perfusable tissue engineering scaffolds” isimli makale aracılığıyla bu işlemi çözmemde laboratuvar desteği vererek yardımcı oldu. Onun yönlendirmeleri ve ondan öğrendiğim tekniklerle kendi atölyemde farklı yapraklar üzerinde deneyler yaparak hücresizleştirilmiş yaprakları üretmeye başladım. Bu süreç devam ederken Ankara’dan İstanbul’a taşındım ve laboratuvar erişimi şansım ortadan kalkmış oldu. Gate 27 aracılığıyla Sabancı Üniversitesi Biyoloji laboratuvarlarında Nur Mustafaoğlu ve ekibinin desteği ve rehberliği ile ikinci bir laboratuvar araştırması şansım oldu ve bu süreçte merak ettiğim yeni deneyleri gerçekleştirme fırsatı yakaladım.
Bitki yapraklarını insan için yeni bir beden olarak kullanma fikri nasıl ortaya çıktı? Bu projeye ilham veren faktörler nelerdi?
Esin Aykanat Avcı: Bu proje, yayınlanmış bir makaleden (“Crossing kingdoms: Using decellularized plants as perfusable tissue engineering scaffolds”) yola çıkıyor. Makalede, yaprak damarlarının insan bedenindeki damarlarla yakın bir benzerlik taşıdığından bahsediliyor. Ve bu özellikten yararlanılarak, kendi hücrelerinden arındırılmış bu yapraklara insan dokusu nakledilmesi halinde insan bedeninin reddetmeyeceği organlar üretilebileceğinden bahsediliyor. İnsanoğlu, kendi geleceği için teknolojinin sınırlarını zorlayıp, dünyanın enerjisini ve maddi kaynaklarını harcarken çözümün bir ıspanak yaprağından, doğanın ta kendisinden gelebileceği fikri beni çok heyecanlandırdı ve aslında bu kadar yakınımızda duran bir çözümün bu yüzyılda yeni keşfediliyor olması da ironik geldi diyebilirim. Bu sebeple bu hücresizleştirme yöntemini uygulamak ve bu bünyeleri işlerimin bir parçası olarak kullanmak ilgimi çekti. Bilimdeki bu gibi araştırmalarla bir yandan bedenimizin sınırları zorlanırken; doğa, yaşam ve ölüm ile olan ilişkimizin de yeni bir boyut kazanacağını düşünüyorum.
Gelecekteki çalışmalarınızda bitki yapraklarının yanı sıra farklı materyalleri de kullanmayı düşünüyor musunuz?
Esin Aykanat Avcı: Şu anda da bitki yapraklarıyla beraber budanan farklı bitki parçalarını ve suyu da işlerime dahil ediyorum. Sanat üretimimin başından beri doğal malzemeyle ve malzemenin özüne, potansiyeline ve sınırlarına odaklanarak çalışmak, malzemeyle ilgili kendi atölyemde daha önce eğitimim esnasında bana öğretilenlerin dışına çıkarak deneyler yapmak ve onu sıfırdan yeniden keşfetmek benim için çok ilham verici. Etrafımdan toplayabildiğim ve keşfe açık her türlü malzeme benim için potansiyel bir sanat üretim malzemesidir diyebilirim.
Bilim ve sanat arasında disiplinlerarası kurduğunuz bu köprünün ilham kaynağı nereden geliyor?
Esin Aykanat Avcı: Bunu planlı olarak yapmadım. Sadece insan ve doğa etkileşimi, hatta insanın fiziksel olarak doğayla tekrar bir olabilme ihtimali üzerine düşündüğüm ve bunu sembolize eden sahneler ürettiğim bir dönemde karşılaştığım bu projede, bir ıspanağın bir insan bedeninde bir kalp olarak yaşayabilme ihtimali, belirtmiş olduğum gibi bu düşüncemi ete kemiğe büründürdü. Projenin merkezinde olan düşüncem beni bilim insanlarından yardım almaya itti. Bu sayede biyo-sanat alanına adım atmış oldum ve üretimimde bilimle sanat arasında otomatik olarak bir köprü kurulmuş oldu. Bu süreçlerin ve deneyimlerin hepsi bana, bilimle sanatın birbirinden uzak alanlar olmadığını, ikisinin de yaratıcılığı ve etrafını farklı bir gözle görmeyi, incelemeyi gerektirdiğini, hatta bir laboratuvarın çoğu zaman bir sanat atölyesinden bir farkı olmadığını gösterdi. O yüzden laboratuvar ortamı, orada kullanılan yöntem ve gereçler benim için açık alandan topladığım malzemeler veya kendi atölye ortamım kadar ilham verici oluyor.
Ölüm, aslında bir ara faz, bir bekleme noktası, yeni bir oluşumun hazırlık safhası…
-Esin Aykanat Avcı
Peki, tüm bu disiplinler arasında kişisel olarak daha yakın hissettiğiniz bir alan var mı?
Esin Aykanat Avcı: Ben çalışmalarımı üretirken hangi disiplinde üreteceğimden çok hangi malzemeyle üreteceğim noktasından yola çıkıyorum. İfade etmek istediğim düşüncenin hangi yöntem, hangi malzeme veya hangi disiplinle daha iyi aktarılabileceğine inanıyorsam o alanın sınırlarını ve o alanda kendi sınırlarımı zorlamak bana ilgi çekici geliyor.
Çalışmanızı yaparken yanınızdan ayırmadığınız ve size ilham olan bir kitap veya şarkı var mıydı?
Esin Aykanat Avcı: İnsanla doğa etkileşimi üzerine düşünmem, temelde doğayla olan kendi ilişkimle ilgili bir sorun olduğunu hissetmemle başladı. Fakat bu sorunun tam ne olduğunu çözemiyorken, edebiyat eğitimim sırasında Ralph Waldo Emerson ve Hanry David Thoreau’nun Transandantalist metinleri, bu sorunun kendimi aslında doğanın dışında konumlandırmak, doğayı kendimden ayrı, gidilip görülecek bir yer olarak görmek olduğunu fark etmemi sağladı. O sebeple insanla doğanın fiziksel olarak tekrar bir olma ihtimali üzerine yaptığım tüm sanatsal üretimler aslında bu iki 19. Yüzyıl Amerikan yazarının makalelerine ve kitaplarına dayanır. Sonrasında ekoloji ve bitkilerle ilgili birçok kitaba başvurdum tabii ama bunlar arasında bu projenin başından beri yanımdan hiç ayırmadığım bir kitap daha var; o da Emanuelle Coccia’nın Bitkilerin Yaşamı isimli kitabı. Bu kitapta, yapraklarla ilgili, bitkilerin kökeniyle ilgili çok etkileyici ve ilham verici cümleler olduğunu düşünüyorum ve defalarca işaretlediğim bu cümlelere üretimlerim ve işlerimle ilgili yazılarım esnasında hep dönüp bakma ihtiyacı duyuyorum. Bunun dışında, çalışırken zaman zaman müzik dinlerim ama çoğunlukla etrafın seslerine odaklanmak bana her zaman daha dinlendirici gelmiştir.
Çalışmalarınızdaki favori bitkiniz hangisiydi?
Esin Aykanat Avcı: Sarmaşık yapraklarını çok seviyorum. Hem çok iyi sonuç veriyorlar hem de şekillerini çok seviyorum. İrili ufaklı çok fazla türü var. Ayrıca neredeyse her yerde bulunmaları, çok inatçı ve güçlü bitkiler olmaları da beni çok etkiliyor. Doğada bulundukları halleri, sarmal ve estetik gövdelerinin üzerinde belirli bir simetride dizilen yaprakları, bir yüzeye tutunmak için gövdelerinden çıkardıkları tırnaklar, tutundukları her yüzeyi kaplayıp kendilerinin ilan etmeleri benim için çok ilham verici. Bir de şehrin her köşesinde, bir duvarın, binanın, kaldırımın, merdivenin dibinde veya insan eliyle oluşturulmuş bir yeşil alanda, parkta, bahçede kendiliğinden yetişen tüm sokak otları benim için çok dikkat çekici ve ilham verici.
Favori sanatçılarınız var mı? Varsa, bizimle paylaşabilir misiniz?
Esin Aykanat Avcı: Bu zor ve aslında genellikle değişen bir soru benim için, çünkü hiçbir zaman tam ve her zaman geçerli bir liste vermek mümkün değil gibi geliyor bana. Ama uzun yıllardır bana ilham olmaya devam eden birkaç sanatçı ismi saymam gerekirse; Anna Mendieta, Andy Goldsworthy, Richard Long, Azuma Makoto ve Nerry Oxman’ı sayabilirim.