Oyunculuk kendi başına bir motivasyon hali. Sürekli değişime açık bir alan. Kendini tanımanı, değiştirmeni, insana dair başka şeyler keşfetmeni gerektiriyor. Buradaki en büyük motivasyonum; kendimi yenileme gerekliliği. Bu sadece fiziksel değil ruhen, entelektüel olarak, zihnen, psikolojik olarak sürekli yeni şeyler keşfetme, yenileme durumu.
“Ben oynamalıydım!” dediğin bir rol?
Stefan Daldry’nin The Hours filmindeki Virginia Woolf olabilir. Nicole Kidman oynamıştı. Bu uyarlama, edebiyattaki kadın-erkek eşitliğini sağlamadaki en büyük mihenk taşlarından biri. Virginia Woolf’u canlandırmak ise başlı başına bir deneyim. Güzel bir kadının oyunculuğu ile öne çıktığı nadir işlerden birisi. Yüzeysel ve fiziksel olarak bakıldığında Hollywood’da güzel kadın hep güzel kadındır. Ama Nicole Kidman bunu kırmaya başardı.
“Kimim kime ne yaptığıyla değil, birbirine ne kazandırdığıyla ilgileniyorum.”
Filmde, Nicole Kidman’nın “Dear Leonard” diye başlayan bir mektubu var. “Dear Leonard, always the years between us, always the years… Always the love, always…Tthe hours.” Bu replik sonu gibi görünse de aslında mektubun başı. O kadar tutkulu bir insanın cümleleri ki kendi içinde hem sevdiği adama mesafeli hem çok yakın.
Anda kalmayı nasıl tanımlarsın?
İnsanın yaratılışı gereği aslında her şey çok hızlı. Doğumumuz, ölümümüz… Her şey anlardan ibaret. Bu nedenle anda olmayı içgüdüsel olarak istiyoruz. Ama önemli olan süreçler. Anlar geçicidir. Bu aceleciliğimiz, anda kalmaya çalışmalarımız; o anın da geçtiği anda yitip giden birtakım hazlarımıza tekabül ediyor. Aslında anda kalmak başarı değil. Asıl başarılı olan şey o anı nasıl uzatabileceğimizi düşünmek, bunun üzerine kafa yormak ve anlarla birlikte uzayan bazı hazların ve haz olmayan şeylerin farkına varmak.
Başkalarının yani bizi izleyenlerin keyif almak için tükettiği film, dizi ya da oyunları biz izlerken, birtakım gözlemler yapmak durumunda kalıyoruz. Bu gözlem durumu da boş zamanımızı değerlendirirken kafamızı rahatlatacak şeylerin mesleki deformasyona dönüşmesine sebep oluyor.
Bir kitle arkandan geliyor ve bu kitle ile etkileşim halindesin. Senin yaşam tarzını olduğu gibi benimseyip veya bunu yanlış anlayıp bu yolda ilerleyebilirler. Oyuncuya bu durumda etkileşimci diyebiliriz. Bu yüzden çok dikkatli ve emin adımlarla ilerlemek gerekiyor. Her bakımdan donanıma ihtiyacın var. Toplum seni olduğun yerden başka bir yere koyuyor, ayırıyor. “Oyuncuyum.” dediğinde o kişinin yüzünde bir şey aydınlanabiliyor. İlahi bakış açısıyla senin düşüncelerine, hissettiklerine kadar inmek istiyor. Ama her insanın topluma karşı birtakım sorumlulukları var. Hiç kimse bakmıyorken de, görmüyorken de, toplum yokken de doğru olanı yapmak esas amaç. Ben de bunu yapmaya çalışıyorum. Bu aslında oyunculukla değil insan olmakla ilgili bir şey.
“Kendinden bir kadın doğur ve sen o ol. Bu düşünce bana oldukça ilham veriyor. ”
Oyunculukla birlikte şehir değiştirip İstanbul’a geldim. Londra’ya gidip sanatımı geliştirmek adına eğitimime devam etmek şimdilik rafa kalktı. Ona burada devam ediyorum. Okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, çerez diye tükettiğim diziler artık repo günlerine sıkıştı. En önemlisi de arayışların artık aynı değil.
Takipçisi olduğun bir festival var mı?
Festival insanı olduğumu söyleyemem. Genel olarak konser ve güncel sergileri takip etmeye çalışıyorum. Daha çok yeni Nick Cave & The Bad Seeds konserine gittim, harikaydı. Son günlerine girmekte olan bir fotoğraf sergisi var, çok gitmek istediğim August Sander sergisi… İnsan portreleri içeriyor ve bunlardan kendi çalışmalarım için besleniyorum. Yurtdışındaki festivalleri takip etmeye çalışıyorum, fırsat buldukça da gitmeye çalışıyorum. Geçtiğimiz sene katıldığım ve unutamadığım London African Centre Summer Festival’ini bu sene kaçırmak istemem.
Çoğunlukla görmek ve göstermeye dayalı bir iş gibi görünse de aslında daha çok dinleme sanatı ile besleniyorum diyebilirim. Bu dinleme sadece karşındaki kişiyi dinlemekten geçmiyor. Önce bedeni oluşturan tüm bölümleri dinlemek. Ne söylüyorlar?
Uçları denemekten çekinmeyen cesur bir taşralı kız.
Son keşfin?
Biyografiler her zaman ilgimi çekmiştir. Hem araştırma yapabiliyorum hem de sinematografik açıdan nasıl yaklaştıklarını görüyorum. Zaman zaman da eleştiriyorum. Son keşfim: American Crime Story.
İnsanları olduğu gibi kabul etmek. İnsan iletişimi dedikoduya dayalıdır ama ben daha çok olan bitenle değil, insanları olduğu gibi kabul ederek herkesi sevmeye çalışıyorum. Kimim kime ne yaptığıyla değil, birbirine ne kazandırdığıyla ilgileniyorum. Her şeyin olumlu taraflarını görmeye çalışıyorum. Böylece gereksiz konuşmalara takılmadan mutlu olabiliyor insan.
Birkaç tiyatro görüşmelerimiz oldu. Karakterlerden bir tanesi beni çok heyecanlandırdı. Bambaşka bir kadın olmak. O kadını oynamak için o olmak gerekiyor. Uzun bir süre evden o kadının adımlarıyla çıkmam, o kadın gibi giyinmem, onun düşünceleriyle arkadaşlarımla bir araya gelmem gerekiyor. O kadın nasıl espri yapıyor acaba? Onun gibi onun gülüşünü, ağlamasını tanımalıyım. Kendinden bir kadın doğur ve sen o ol. Bu düşünce bana oldukça ilham veriyor.