Aslında bu biraz plansız bir şekilde gelişti. Siyasal bilimler ve felsefe ağırlıklı bir eğitim aldım, kamu yönetiminde, kültürel politikalar üzerine uzmanlaşırken, aynı zamanda Paris Güzel Sanatlar Akademisi’nde olan arkadaşlarıma ziyarete giderdim, o süre zarfında sanat tarihi derslerine de katılmaya başladım. Bağımsız küratörlük, yazı çalışmaları derken farkına bile varmadan meslek haritamı çizmeye başlamışım…Sonrasında, efsane galerici Daniel Templon bana 26 yaşındayken hayatımı değiştirecek iş teklifinde bulundu. Galerinin uluslararası direktörlüğünü üstlenirken, Templon’un 50 yıllık galeri geçmişinin, yeni dönemine imza atma şansım oldu.
“Sanatın ne kadar kuvvetli bir güç enstrümanı olduğunu anlamak için tarihe bakmak yeterli…”
Kendi galerimi açacağımı çok erken anladım… Bunu Daniel Templon’ın sağ kolu olmayı kabul ettiğimde de baştan söylemiştim. Sanırım o da bu fikri, cesareti sevmişti. O zaman bile aklımda İstanbul vardı. Galeriyi alternatif bir bölgede konumlandırmak istiyordum, bir gün mekan arayışına çıktığımda, Balat’ta bulunduğumuz eski jeneratör fabrikasını buldum! İşte bu benim için dönüm noktası oldu.
Burası DNA’mızla örtüşüyor. Yenilikçi olmak, fark yaratmak ve insanların sanat iştahlarını çoğaltmak temel hedefimiz. Galerinin programında tarih, iz, antropoloji, mimari yapılaşma gibi konuları ele eserlere yer vermek de hedefimizi destekliyor. Zaten, İstanbul’un kültürel zenginliği yüksek olan bölgelerinden biri Balat. Galerinin alçıpan duvarlarının altında 11. YY duvarlar duruyor, yan kapımız eski bir sinagog… Arka sokaklarda Patrikhane, Bulgar Kilisesi, Kariye Müzesi gibi dönüm noktası olan yapılar yer alıyor. Tüm bunların yanı sıra bölgenin özüne sadık, güçlü bir yapısı var. Burada nesilden nesle aktarılan bu kültürü gözlemliyor, bizleri de aralarına almış olmalarına layık olmaya çalışıyoruz.
Asla. Anca anlık tatminlere ulaşılabilir. Ama bence zaten doyurulamaz oluşu insanlığını ileriye taşımıştır.
Hızlı üretim ve tüketimin toplumda geniş yer kapladığı zamanlardan geçiyoruz. Bu durum, sanatçılarda da paradoksal bir etki yaratıyor. Bir taraftan spekülatif pazarların içerisinde ‘roket kariyer’ fenomenleri oluşuyor. Bir yandan da bu durumun bilincinde olan sanatçıların daha tutarlı ve farklı üretim alanları denemesine zemin sağlıyor. Galerinin burada yön verici bir rol üstlenmesi önemli.
“İstanbul çok renkli, gizemli, keşiflerin bitmediği bir şehir.”
Daha yolun çok başındayız. Diğer kültürel güçler ile rekabet pek yarışılabilecek gibi değil. Bu alanda farkımızı göstermek ve gücümüzü arttırmak istiyorsak, kamu düzenlemesi şart diyebiliriz. Ülkenin kültürel politikalarını bir öncelik haline getirip, kurum ve müze sayısının artması gerekir. Sanatı ve sanatçıları destekleyebilmek için, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, destekleyici bir vergi sistemi düşünülebilir. Sanatın ne kadar kuvvetli bir güç enstrümanı olduğunu anlamak için tarihe bakmak yeterli….
Bu aslında zor bir soru. Kısıtlayıcı bir cevap vermek istemem, ama şunu diyebilirim ki eğer paradigma değiştiren veya formel açıdan, sanatçının kendisine ya da genel olarak sorduğu bir soruya cevap vermeyi başarabilmesi çok önemli.
İstanbul çok renkli, gizemli, keşiflerin bitmediği bir şehir. Diğer kozmopolitler daha homojen olabiliyorken, İstanbul hep şaşırtabilir. Asla sıkılmadığınız bir sevgili gibi…
Emre Hüner’i oldum olası beğenirim. Çok saygı duyduğum bir sanatçı. Sağ olsaydı Ken Price ile çalışmayı çok isterdim. Onun manevi kızı sayılabilecek, Elsa Sahal ile çalışıyorum, oradan biraz teselli buluyorum denebilir.
Güzel bir soru. Daha bugün galeride Apolonia Sokol’un sergisini Leyla Gediz’e gezdirirken bunu tartıştık. Ne kadar “sculpture driven” bir insan olsam da sanırım resmin yeri, görsel dillerin sonsuz olasılıkları resim dalını başka bir yere taşıyor.
Orta Çağda çok sık kullanılan Latince bir deyim varıdır; ‘Memento Mori’ yani ‘Öleceğini Hatırla’ Bu bana mütevazi olmayı, maneviyata yönelmeyi hatırlatıyor ama aynı zaman büyük şeylere imza atmaya da itiyor.
Yakın zamanda Crystal Pite’in efsanevi “Seasons’ Canon” balesini izleme şansına sahip oldum. Hayatımda tecrübe ettiğim en büyüleyici performanslardan biriydi. ‘Total Sanat’ deyiminin harika bir örneğiydi. Müziğini Max Richter’in üstlendiği bale çok soyut bir dil ile mülteci krizine de göndermeler yapıyor. Tam anlamıyla bir baş yapıt. Eğer bizlerde yaptığımız işlerde bu denli kapsayıcı ve evrensel yapıtlar ortaya çıkarabilirsek, işte o zaman gerçek anlamda başarıya ulaşmış oluruz.