Sanatın merkezi haline gelen New York, Nazi rejiminden kaçan Avrupalı sanatçı, koleksiyoncu ve satıcıların buluşma noktası olmuştu. Yves Tanguy, Max Ernst, Peggy Guggenheim, Marcel Duchamp, André Masson, André Breton, Marc Chagall ve Piet Mondrian gibi isimler rotalarını bu yöne çevirmiş ve ‘yeni’yi aramaya başlamıştı. Bu sürecin sonunda, dönemin en belirgin sanat akımı olan ‘Abstract Expressionism’ doğdu. Sürrealizm, kübizm, fauvizm ve modenizm kavramları bu sanat akımının esinlendiği ana noktaları oluştururken, Bauhaus etkisini hissetmek de mümkün… Her ne kadar abstract expressionism ana akım olsa da, dönemin ressamları ‘Action Painting’ ve ‘Color Field Painting’ adı altında iki farklı fikri savunuyordu. Tuval üzerindeki formların anlık ve doğal olması gerektiğine inanan ve el hareketlerini resme yansıtan action painting akımının öncüleri arasında Jackson Pollock, William de Kooning ve Franz Kline yer alıyor. Mark Rothko ve Barnett Newmann ise formların tuval üzerinde sürekli olmasını savunan color field painting akımı savunucularından…
1950’lerde oluşan diğer bir akım ise ‘Early Pop-Art’… Birleşik Krallık’da Eduardo Paolozzi ve Richard Hamilton ile oluşan bu akım, hızla yayılarak Amerika’ya ulaşmıştı. Tüketimin önlenilemez bir şekilde artmasına karşılık olarak Pop-Art, elitist kültürü eleştiren akım olarak karşımıza çıkıyor. Kullanılmış objelerin kolaj, serigrafi gibi yöntemlerle bir araya getirildiği eserler, sosyal hayat üzerinden ironi yapıyor.
Doğu ile Batı’nın farklılıklarını aynı çatı altında toplayan 50’ler, geçerliliğini hala sürdürmeyi başaran güçlü akımları ile sanat tarihinde yeni bir dönemin kapılarını aralıyor!