Hala nispeten genç olduğumu biliyorum ama birkaç defa ölmüşüm ve yeni bir “ben” doğurmuşum gibi hissediyorum. Abarttığımın farkındayım ama bugünkü benliğime kavuşmak için önceden olduğum kişiyi öldürmek zorundaydım gibi hissediyorum. Katolik bir öğrenci olarak başladım ve bu arketipe uymam için gereken tüm kriterleri yerine getirdim. Ve büyüdüğümde bunun tam tersi olmuştum.
Kendim olma konusunda yaşamımın büyük bir bölümünü mücadeleyle geçirdim. Hep çok utangaçtım ve bunun büyük oranda kendimi sevmememden kaynaklandığını düşünüyorum. Bu kabuğu ancak geçtiğimiz yıl kırabildim ve queerliğimden güç ve keyif almaya başladım.
Sanatımın değişen yönünün öncelikli sebebinin olgunluk seviyemdeki değişim ve işlerim sayesinde ne anlatmak istediğimin farkına varmam olduğunu düşünüyorum. Yalnızca güzel olması için üretilmiş güzel şeyler yapmak istemiyorum. Başlangıçta siyasi veya başka türlü bir yönelimim yoktu tabii. Başladığımda çevresindeki koşullardan fazlasıyla etkilenmiş 17 yaşında bir çocuktum ve genelde ergenliğimden kalma baş edilmemiş travmalarımı sanat aracılığıyla görsel anlamda ortaya koyuyordum. Bir savunma mekanizması olarak, benim de farkında olmadığım bir şey gibi başladı. Bir noktada kazara profesyonel bir sanatçı olarak çalışmaya başladım. Görsellik söz konusu olduğunda zevklerim ve tarzım yıllar içinde benimle birlikte gelişti. Daima farklı süreçler ve sunumlarla denemeler yapıyorum ama neyi sevdiğimi ve bunu nasıl yapmayı istediğimi öğrendim.
Sanat eserlerinin herhangi bir şey olması gerekmiyor.
Hayır, her zaman değil. Sanat eserlerinin herhangi bir şey olması gerekmiyor. Eserlerimin çoğunda oyuncu bir alt ton var. Genelde ciddi bir sanat eseri uçarılıkla veya yalnızca estetik güzellikle sunularak izleyiciler için daha kolay hazmedilebilir hale getirilebilir. İnsanlar daha güzel görünen ve onları biraz da olsa güldürebilen meseleler hakkında düşünmeye daha istekli. Açık bir diyalog kurmayı sağlıyor.
Sanatçılarının işlerini sunma anlamında böylesine büyük bir fırsatla karşılaşması daha önce tarihte örneği görülmemiş bir şey. Bu durumun da kendine has faydaları ve eksiklikleri olduğunu düşünüyorum. 1602 yılında bir çiftlikte yaşayıp resim yapan Sally adında bir taşralı olsaydım çok iyi olsam bile pek az insan işlerimi görürdü. Bunun üzerine fazla düşündüğümde büyük bir baskı gibi geliyor. Çünkü bir şey ürettiğimde ve internette paylaştığımda birkaç saat içerisinde binlerce insan o işi görebiliyor. Hangi işi paylaşacağımı seçerken ne kadar “özgün” ve havai davransam da o paylaştığınız şeyin binlerce kişi tarafından görülmeyi belki de hak etmediği sorusu daima kafanızın içinde dönüp duruyor. Belki de taşralı Sally’nin tabloları muhtemelen popomun fotoğrafından daha fazla dikkat çekmeyi hak ediyor ama yine de bu fotoğrafı paylaşacağım. Sesli düşünüyorum ama anlıyorsun, değil mi? Artık herkes ürettiği sanat eserini internette paylaşabiliyor; yani inanılmaz bir rekabet var. Buna bir de sanat eseri paylaşmak için ana kanal haline gelen sosyal medyayı da eklediğinizde bir tür canavara dönüşüyor. Birbirini destekleyen küçük ve dijital sanatçı toplulukları var ve bu harika bir şey. Ama çoğunlukla mesele sanatını olduğu kadar kendini de satmakmış gibi hissediyorum. “The Artist Is For Sale”e ilham olan düşünce de buydu.
İnternet sitemde kelimenin tam anlamıyla vücudumun belirli parçalarını satıyorum. Bakan kişinin tüm bu zaman boyunca aslında kendimi sattığımı fark etmesini istiyorum.
“The Artist Is For Sale”in çerçevesini, paylaşmak için sanat yapmanın bir yolu olarak kendimi duygusal anlamda istismar ettiğimi fark ettiğimde buldum. Bu serinin birçok katmanı ve yüzeyde birçok farklı konusu var; ama özünde dijital narsisizme, öz istismara, sosyal medyaya ve tüketime odaklanıyor. “I Put Myself In Everything I Do” adında, heykelsi bir yağlı tablom var. Bir cilt levhası gibi duruyor ve meme uçlarım tıpkı gerçekmiş gibi yağlı boyadan dışarı çıkıyor. Seride anlatmaya çalıştığım şeyler çok uyumlu olduğunu düşünüyorum. Buradayım; bu esere ruhumdan bir parça kattım; lütfen beğenin ve satın alın; böylece benim bir parçamı da satın almış oluyorsunuz. Projenin büyük bir kısmı Instagram’ın “sanat fahişesi” kültürüne değiniyor. Ciddi işler arasında gelişigüzel selfie’ler serpiştirmek ve bunu performatif bir keşfin ve sergilenmiş bir öz imgenin dijital tüketim kültürünün eleştirisin bir parçası olarak yapmak. Gördüğün şey hoşuna gidiyor mu? Buna sahip olmak ister misin? Çünkü istersen olabilirsin. İnternet sitemde kelimenin tam anlamıyla vücudumun belirli parçalarını satıyorum. Bakan kişinin tüm bu zaman boyunca aslında kendimi sattığımı fark etmesini istiyorum. Ama sanat sahnesinin de ötesinde proje tüketim kültürüne dair bir yorumda bulunuyor. Hepimiz bir dereceye kadar kendimizi satıyoruz. Söz konusu kapitalizmin son dönemleri olduğunda bu, bir hayatta kalma mekanizması.
Arkadaşlarım ne zaman Kaliforniya’ya gelse Los Angeles’ta neler yapabileceklerini soruyorlar bana. Bilmem ki! Ben genelde evde oturup boş vaktimde kitap okurum ya da oyun oynarım. Size bir gay bar ya da güzel plajlar tavsiye edebilirim.
Bu sorularla beni varoluşsal bir krize götüreceksin! (gülüyor) Çoğu zaman bana en gerçek gelen şey hazmetmesi en zor olan şeyler gibi geliyor. Mesela düşünceler, hisler, anılar… Robotlarımız ve şakayı andıran politikacılarımız var ve ben de vücudumun parçalarını internette sarıyorum. Bu distopya romanını çocukken okuduğuma yemin edebilirim.
Son zamanlarda heykelden çok ilham alıyorum. Fotoğraf daima ilk göz ağrım olacak; bu nedenle benim için özel bir yere sahip. Ama üç boyutlu işimi görebilmenin ve ona dokunabilmenin somutluğu da beni fazlasıyla cezbediyor.
Denge her şeyden biraz demek!
Koyu kırmızılar, sıcak pembeler ve sarılar!
Mevcut serilerim üzerine biraz daha çalışmak istiyorum. Keşfetmek istediğim bazı yeni temalar da var. Şimdilik yeni işler üretmeye ve farklı medyumlar ve ifade biçimleriyle denemeler yapmaya devam edeceğim.
Arkadaşlarım hep çok sıkıcı bir müzik zevkim olduğunu söyler. Kimse kabloyu bana vermek istemiyor! Gerçi son birkaç haftadır takıntılı gibi femme Britanya rap’i dinliyorum; belki yeni bir sayfa açmışımdır.