İlk romanınız Karaköy’de Günbatımı ile yazarlık kariyerinizin temellerini atmış oldunuz. Yazarak hayatınızı sürdürme kararına sizi iten düşünsel süreçlerden bahsedebilir misiniz?
Esasında sadece yazarak hayatımı sürdürmem bu iklimde pek mümkün görünmüyor. Popüler kitap peşindeki risk almaktan çekinen yayınevleri, edebiyattan ve eserden ziyade kişi odaklı seçilen eserler ve dar okuyucu kitlesi çoğu insan gibi benim de maalesef sadece yazarlıktan geçinmeme imkan tanımıyor. Bu durumun sonucuysa bir tarafta kitapları on binlerce basılan az sayıda yazarın domine ettiği öte taraftaysa oldukça kabiliyetli fakat ortaya çıkma fırsatına sahip olamayan birçok yazarın gizli kaldığı bir iklim oluyor. O yüzden ben de yazmanın yanında profesyonel olarak on yıldır iş hayatındayım. Şu ana kadar güzel bir denge sağlayabiliyorum.
Neden yazmaya karar verdim. Çünkü cevabını aradığım sorular vardı. Ben kimim? Varoluş amacım ne? Nereden geldim, nereye gidiyorum? Mühendislik okumuş tamamen teknik altyapıda yoğun spor yapan oldukça hareketli insanken, kafamı kurcalayan sorular beni okumaya itti. Çok okudum, çok öğrendim. Öğrendikçe kendimi bilgili zannetmekten, hiçbir şey bilmediğimi kabullenişe savruldum. Okumak da bir yerde taştı ve yazmayı tetikledi. İlk defa yazarken işte o aradığım soruların cevapları aşikâr olmaya başladı. Derinliklerimde uyanmayı bekleyen özüm ilk defa harekete geçti. Varoluşumu deşebileceğim, hakikat yolculuğunda yol alabileceğim yegane zamanın yazarken olduğunu keşfettim. Herkesin özü keşfedilmeyi bekleyen bir cevherdir ve kişiyi muhtelif yollarla uyarır. Kimininki resim çizerken, kiminin ki çimenlere uzanıp göğü seyrederken. Bense benliğimi katman katman deşip özüme ulaşmak için yazıyorum. Huzurlu, keyif dolu bir yolculuk bu benim için.
Yazdıklarınızda bir mesaj kaygısı olduğunu hissediyor musunuz?
Pek hissetmiyorum. Genelde karakterlerimle bütünleşmeye çalışıp onlara bürünmeyi denerim. Her yazar karakterine ölür. Roman karakterlerimde bir anlaşılma kaygısı olabilir. Çünkü karakterlerim insanı hep bir yere, bir oluşuma, bir fikir inanç sistemine dahil etmeye çalışan düzende yapamayan kişiler oluyorlar. Kendilerini oldurmaya çalışıp olamıyorlar, bocalıyorlar. Ait değil de var olmak istiyorlar.
Günlük hayatın sundukları ilham filtrenizden nasıl süzülüyorlar?
An zihin sustuğu vakit oluşan o akış halidir. İnsanın özüyse anda saklıdır. Zihin zamanı yaratır. İşin içerisine zihin girmeyince insan içine her şeyin dolabildiği bir boşluk haline gelir. Günlük hayattaki ufak teferruatlar, imalar, muhabbetler ancak o susuşta insanın içine birikir. Yine aynı şekilde bu birikenler bir başka susuş anında bir araya gelir, bir yaratım ortaya çıkar.
İnsan kendi ismine Ben’ine tutununca geçmiş ve geleceği zamanı yaratır. ‘Ben’ insanın zamanda yarattığı bir hikayedir. İnsan kendi zannettiğine hapsolur, zamana hapsolur, hikayesine ‘Ben’ine hapsolur. Kapalı olan yere iki yönlü de akış olmaz. Bu durum da ilhamı örseler.
Zihnimi susturduğumda ismimi unuttuğumda bir bütünleşme hali ortaya çıkıyor. Bilincime dışarıdan yoğun bir akış okuyor ve yazmaya başladığımda karakterlerim bilincimden konuşup kendi yolculuklarını yaratıyorlar. Sanki yazan ölüyor da karakterler can kazanıyor gibi hissediyorum. Karakterler bir filtre oluyor, bilincimden hikayelerini süzüyorlar.
Mümkün olduğunca dışarının dayatmaya çalıştığı ritimsizliğe pencelerimi kapayıp kendi ritmimi yaratarak, benzer biçimde kendi ritimleriyle müzik yapan bilinçli insanları etrafımda tutarak ritmimi bulabiliyorum.
İçinde bulunduğumuz dönemdeki şartlanmış yalnızlık yazım sürecinizi nasıl etkiledi?
İnsan aslında hep tek başınadır. Kendiyledir. Ama insana içe değil de dışa yönelmek hep daha kolay gelmiştir. Başkalarının gözünden kendimize bakmak başkalarının tanımıyla var olmak daha kolaydır. Yalnızlıksa aslında o başkayı yitirdiğinde içimize özümüze yönelmenin korkusudur. Yalnızlık başkaları tarafından görülmeme korkusudur. O yüzden uzun süredir olduğu gibi bu dönemde de yalnız hissetmedim. Zaten tek başıma olduğumun bilincindeydim.
Pandemi bir tokat gibi yanağımıza inerek o ‘Başka’yı elimizden aldı. ‘Dur bir kendine gel, içine yönel, kendini tanı’ anlamına geliyordu biraz. Tek başına mutlu ve huzurlu olmayı ve zevk alabildiğim bir rutini çok önceden oturttuğum için yazım sürecimi pek değiştirmedi. Rutinimi döneme uydurdum. Yazım sürecimde ufak değişiklikler tabi ki de oldu. Akşamdan sonra pek yazmazdım, fakat bu dönemde yoğunlukla geceleri yazmaya başladım.
Hayatın kaçınılmaz monotonluğuyla tek boğuşanlar elbet karakterleriniz değillerdir. Siz bu ritimsizliğin içinde kendi ritminizi nasıl bulabiliyorsunuz?
Aslında hayat monoton değildir, su gibidir. Sen kendine ne şekil verirsen o da aynı şekli alır. Suyla boğuşursan güç yitirirsin, çünkü su aralıklardan geçip gider. Kendi kendini paralarsın. Çare kendini ritmini yaratmaktır. Ben de böyle yapıyorum. Mümkün olduğunca dışarının dayatmaya çalıştığı ritimsizliğe pencelerimi kapayıp kendi ritmimi yaratarak, benzer biçimde kendi ritimleriyle müzik yapan bilinçli insanları etrafımda tutarak ritmimi bulabiliyorum. Yazma, okuma, spor, iş ve dostluklar ekseninde beni besleyen, huzurlu, üretken kılan bir ritmim var diyebilirim. İnsan, fikir, aktivite ne olursa olsun beni bilinçsizliğe sürükleyen unsurlardan mümkün mertebe uzak durmak, hayatıma sızdıklarını fark edince kesip hayatımdan atmak dengemi korumama yardımcı oluyor.
Hayat birçok anın birbirine ilişmesidir diyebilirim. Anda geçmiş ve gelecek, ben denilen hikaye yoktur. Zihin dingindir ve hakikat andaki o suskunlukta kendini aşikar eder. Hayatımın şu dönemki ritminde anda özümün fısıldayışını yakalayışım benim için çok kıymetli ve ömre bedel. Zaten insan hep an için yaşamıyor mu?
Yaşadığınız hayatta en çok nelerin değerli olduğunu düşünüyorsunuz?
An, hakikat, öz ve bunlara ulaşma yolunda yapılan yolculuk.
İnsan tamlığa hasrettir. İlk ayrılış doğarken başlar. Doğduğumuz ilk andan beri sistematik bir ötekileştirmenin mahkumu oluruz. Önce ismimizle başlanır, sonra cinsiyet, kültür, ideoloji. Birtakım sınırlar çizilir, onlara uymamız beklenir. Uyarsak ‘Biz’ denilen bir grubun içine alınırız. ‘Öteki’ herkes düşmanımızdır, yabancıdır, korkudur. Kendi ellerimizle bize inşa ettirilen bir “Ben ve Biz” hapishanesinin içine kapanır anahtarı da dibine gömeriz. Sınır konfordur, güvendir. Mutlu olduğumuz zannında sınırlı bilgi birikimiyle bir ömür sürer sonra ne olduğunu anlamadığımız bir süreci bitirerek korka korka sahip olduklarımıza veda ederek ölüp gideriz. Ölüm diye bir gerçek var ve şu dünyada vaktimiz sınırlı. O yüzden öze bu yolculuk, yolculuğun sorumluluğunu almak çok mühimdir. Bu yolda kim ne derse desin, ne kadar yererse yersin birisinin ya da bir sistemin dikte ettirdiği gibi değil de kendin gibi ilerleme sorumluluğunu alma zaman zaman acı, üzüntü verse de benim için yaşadığım ismine hayat dediğimiz bu anlardan oluşan çizgide en kıymet verdiğim şeydir. Aynı şekilde her insan farklı bir yoktur ve herkesin özgün yolu bir o kadar değerlidir. Zaten yolculuğa kıymet vermek aynı anda yolda karşınıza çıkan güzel duyarlı insanlara, fikirlere de kıymet vermek demektir. Değer değeri çeker bunu gördüm. Yola değer vermeye hep devam edeceğim. Çünkü bu hakikat yolculuğunda olmak her ne kadar daha başlarında bile olsan büyük bir lütuf. Yürümeye devam…