Based Istanbul Welcomes: Öteki

TVFebruary 25, 2024
Based Istanbul Welcomes: Öteki

Bir gün karşınıza size tıpa tıp benzeyen birisi çıksa ne hissedersiniz? Size fiziksel olarak kusursuz bir biçimde benzeyen ama karakter olarak tam zıttınız; nefret ettiğiniz, tahammül edemediğiniz özellikleri olan fakat tam da bu özellikleri nedeniyle sizin hedeflerinize sizden çok daha kolay ulaşabilen; dolayısıyla içten içe de yerinde olmak isteyebileceğiniz birisi. Hem alter-egonuz, hem düşmanınız. Emin Alper’in Dostoyevski’nin aynı adlı eserinden tiyatroya uyarladığı Öteki,  yükselme hırsı içerisinde olan ancak çeşitli nedenlerle yükselemeyen Burak karakterinin acılarını ele alırken, aynı zamanda liyakat eksikliğininin, kayırmacılığın, siyasi yorumların insanların genelde hakettiği yerlere gelemedikleri günümüz toplumunun özetini çıkarıyor. Dostoyevski’nin 19. yüzyıl trajedisindeki benzer bir acıyı günümüzde ise beyaz yakalı dünyasına transfer eden Emin Alper, insanın kendi potansiyelinin ve değerinin bilinmediğini düşündüğü bir toplumda yaşadığı değersizlik hissinin ve kaygılarının yavaş yavaş bir kişilik yanılmasına doğru evrilmesini oyunun her anında bizlere anlatıyor. Yönetmen Emin Alper ve oyuncular Cem Yiğit Üzümoğlu, Erdem Şenocak, Derya Karadaş ve Gökhan Yıkılkan ile kendi içimizdeki “öteki”ye doğru bir yolculuğa çıkıyoruz. 

Öteki, Dostoyevski’nin eserini modern bir bakış açısıyla ele alıyor. Bu modern yorumunuzun arkasındaki düşünsel temaları ve yaratıcı ilham kaynaklarınızı bizimle paylaşır mısınız?

Emin Alper: Dostoyevski pek çok eserinde kendinden ve toplumsal konumundan memnun olmayan, kendini hep daha yüksek yerlerde gören ancak ya yeteneklerinin kısıtlılığı nedeniyle ya da yolları aristokrasi tarafından kesildiği için yeterince yükselemeyen insanların derin mutsuzluğunu anlatır. Bu tipoloji aslında modern insanın tanımıdır. Toplumsal hiyerarşinin keskinliği ve yoğun rekabet nedeniyle yükselme istekleri kışkırtılmış, hedeflerine ulaşamayınca da mutsuzluğun kucağına itilmiş insan kapitalist toplumun modern insanı. Dolayısıyla ben de “Öteki”yi uyarlarken Dostoyevski dünyasını rekabet ve ona eşlik eden değersizlik hissinin en yoğun yaşandığı yerlerden birisi olan beyaz yakalı dünyasına transfer etmeye çalıştım. Böylelikle yazarın ruhuna sadık kalarak oyunu çok geniş kesimlerin hayatına değecek şekilde zamansızlaştıracağımı ve mekansızlaştıracağımı düşündüm.

Oyununuz, Türkiye’deki çalışma kültürünü ve sınıfsal ayrımları cesurca ele alıyor. Bu konudaki düşünceleriniz ve oyununuzun toplumsal bir ayna olma misyonu hakkında neler söylemek istersiniz?

Emin Alper: Çoğumuzun hayatının büyük bir bölümü iş yerinde geçiyor. En yoğun sosyal temaslarımızı iş yerinde yapıyoruz. Dolayısıyla kendiliğimize dair bilincimizin en önemli kısmı iş yerinde ve işimiz aracılığıyla şekilleniyor. Kendimize verdiğimiz değer yaptığımız işle, sahip olduğumuz mevkiyle ya da iş yerinde aldığımız övgüyle belirleniyor. Ve bize bu değeri atfeden kişilerin yani “patronların” gerçekten yetkin insanlar olup olmadığı sorusunu sürekli kendimize sorup duruyoruz. Ortak iş yapma kültüründen ziyade rekabetin ve birbirinin kuyusunu kazmanın, yetenek ve beceriden ziyade üstüne yaltaklanarak yükselme çabasının iş hayatı kültürüne rengini verdiği bir ortam beyaz yakalı dünyası. İnsan karakterine böylesine aşındırıcı, yorucu ve tahrip edici etki yapan bir dünyayı bu oyun vesilesiyle yansıtmak istedim.

Dostoyevski’nin eserinden ilham almanız, sahne ve kamera arasında köprü kurmanızda nasıl bir rol oynadı? Yönetmen olarak, estetik anlayışınızı şekillendiren unsurları paylaşabilir misiniz?

Emin Alper: Dostoyevski’nin sinema ve tiyatro arasında bir köprü kurmamda özel bir rolü var mı emin değilim. Fakat genel olarak Dostoyevski’den ziyade daha çok bu novella özelinde konuşabilirim sanırım. Benim için bu hikayedeki en kışkırtıcı taraflardan biri “benzerlik” meselesiydi. Benzerliği sinemada ve edebiyatta anlatmak çok kolaydır. Ama tiyatroda aynı anda aynı iki kişi sahnede olamaz. Bu durum benim için hem bir meydan okumaydı, hem de bir fırsat. Oyun boyunca çeşitli şekillerde bu fikirle oynadık. Sahnelemenin temel malzemesi olarak ayna kullandık. Ekran kullanma fikrine gelince, kendileri de benim gibi sinema dünyasından gelen, dekor tasarımcımız Deniz Kobanbay, ışık tasarımcımız Ahmet Sesigürgil ve video tasarımcımız Savaş Deniz Ertan ile çok verimli bir işbirliği yürüttük ve sahnedeki görsel dünyayı yarattık. Görsel dünya benim için tam manasıyla realist olmayan, mekanlar kadar, belki de ondan daha çok karakterimizin zihin dünyasını yansıtan bir unsurdu. Bu nedenle yer yer soyut unsurlar kullandık.

Öteki’de kullanılan “sinematografik tiyatro” kavramı, seyirciyi sadece izlemekten çok, duygu ve düşüncelerle birleştirmeyi amaçlıyor. Sahne tasarımı oyunun anlatım gücüne direkt etki ederken, Burak Çıplak karakteri herkesten izler taşıyor. Erdem Şenocak, Burak karakterinin yaşadığı dönüşümü seyirci ile birlikte sahnede deyimlemenin özel bir serüven olduğunu düşünüyor. “Hepimizde farklı zamanlarda, farklı derecelerde beliren hırslar, kompleksler, hınçlar Dostoyevski’nin Golyadkin’in de ve Emin Alper’in Burak Çıplak’ında kristalize edilmiş ve hastalık seviyesine kadar ilerletilmiş. Okuyanlar ve izleyenler olarak kendimizin biraz abartılmış bir haliyle karşılaşmak, normalde görmeyeceğimiz eksikliklerimizin farkına varmanın ve iyileşmenin bir yolu.”

Burak karakterine hayat verirken, karakterin psikolojik derinliklerini anlamak ve bu duygusal zenginliği sahneye taşımak nasıl bir süreçti?

Cem Yiğit Üzümoğlu: Aslında oldukça dışsal yaklaşmaya çalıştığımı söyleyebilirim. Çünkü anlatım bakımından, teknik bakımdan ve estetik bakımdan psikolojik gerçeklik kendimce aradığım bir unsur değildi. Seyirci tarafından böyle anlaşılması güzel nitekim arzu edilen şeylerden biri de bu ama dediğim gibi gerçekçi bir birey portrelemek yerine onun eylemlerini, geçişkenliğin hızını ve bilinç akışının öngörülemez canlılığını yaratmak istedim. Bu da muhtemelen psikolojik bir metodolojide işe yaramayacaktı.

Erdem Şenocak: Burak Çıplak belki de sürekli kendini başkalarıyla kıyasladığı, kendine başkalarının gözüyle baktığı için kendi olamayan ve başkalarından çokça izler taşıyan bir karakter. İnsanlarla ilişki kurmayı, yenmek ya da yenilmek üzerinden kurguladığı için de duruma göre eylemleri sürekli değişiyor. Örneğin, üstünlük kurmaya çalıştığı hizmetçisi ona taviz vermeyince saniyeler içinde ondan özür dileyecek duruma gelebiliyor. Kendini bir an göğün tepesinde ve hemen ardından yerin dibinde görebilen bir tip. Böylesine oyuncaklı bir karakteri oynamak elbette bir oyuncu açısından büyük bir şans ve sorumluluk. Öteki Burak ise Burak’ın olamadığı her şeyi temsil ediyor. Dolayısıyla bambaşka bir tip ve bambaşka yelpazede bir oyunculuk gerektiriyor ki bu da yine bir oyuncu için bir meydan okuma. Son olarak bu iki karakteri Cem Yiğit Üzümoğlu’yla birlikte prova etmenin ve oynamanın da benim için büyük bir mutluluk ve şans olduğunu da eklemeliyim.

Karakterlerinizin içsel çatışmaları ve toplumsal eleştirilerle başa çıkarken, insan doğasına dair düşünceleriniz nelerdir?

Cem Yiğit Üzümoğlu: Burak karakteri böyle durumlarda kendini aşırı sıkışmış hissediyor. Git gide paranoyaklaşan hali de süregelen bu sıkışmışlığın bir tezahürü oluyor. Tam da bu başa çıkamayış onu o yapan ve kendini “Öteki”siyle karşılaştıran bir konuma sokuyor.

Oyundaki karakterlerin hikayeleri yoğun ve karmaşık. Sizin için rollerinizin psikolojik derinliklerine zor oldu mu?

Derya Karadaş: Hazırlandığım her rolün psikolojisini anlamaya çalışıyorum. Oyuncu olarak görevimiz bu. Emin Alper’in muazzam metnini okuduktan sonra Öteki’yi bir kez de Dostoyevski’den okudum. Konuyla ilgili filmler izledim, bulabildiğim yazıları okudum sonra da anladığım şeyleri oynamaya çalıştım. Konuşkan, çalışkan bir ekibiz. Psikolojik bir metin çalışmak prova ve oyun süreciyle beraber çok geliştirici oluyor.

Oyun, kara komedi ve dramatik unsurları başarıyla bir araya getiriyor. Sizce bu iki zıt duygu durumunu dengelemek nasıl bir zorluktu?

Gökhan Yıkılkan: Aslında bakarsanız ortada zıt bir duygu yok, komik dediğin tam olarak trajedinin kendisidir. Biz hiçbir şekilde komedi yapmıyoruz. Bu gerçekliğin acınası hali ve içimizdeki şeytanla mücadele, komediyi kendiliğinden doğuruyor. Aslında içimizdeki ağlanacak halimize gülerken buluyoruz kendimizi.

Kendi oyunculuk metodolojinizde, karakterin içsel dünyasını nasıl şekillendirdiniz?

Erdem Şenocak: Oyunculuk bir tür dedektiflik yapmayı da gerektiriyor. Bunu elbette, ekipteki diğer oyuncu arkadaşlarınızla ve yönetmenle birlikte yapıyorsunuz. Karakter o sahnede, o sahneden önce ve sonra hangi koşullarda, neyi istiyor, neyi gizliyor vb. soruların yardımıyla karakterin ve sahnenin eylemlerini bulmaya çalışıyorsunuz. Bir başka deyişle, metni anlamaya çalışıyorsunuz. Bu anlama çabası, sadece masa başında değil, sahne üstünde de devam ediyor. Az önce bahsettiğim sorulara verdiğiniz cevapları orada test ediyor, onaylıyor ya da reddediyor, yeni cevaplar buluyor, yeni sorular soruyorsunuz; pratikte, bizzat yaparak. Yani, karakterin içsel dünyası ile dışsal dünyasını birlikte anlamaya ve oluşturmaya çalışıyorsunuz. İçsel dünya ve dışsal dünya ne oyunculukta ne günlük hayatta sanıldığı kadar ayrı şeyler, benim oyunculuk teorisyenlerinden anladığım kadarıyla. Birbirini sürekli ve karşı konulmaz şekilde etkileyen şeyler; o yüzden bir karakter üzerine çalışırken ikisi üzerine eşzamanlı olarak eğilmelisiniz.

Oyununuzun izleyici üzerinde bıraktığı etkiyi düşündüğünüzde, seyirciyle nasıl bir bağ kurduğunuzu hissettiniz? İzleyicinin duygusal ve düşünsel olarak eserle etkileşimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Derya Karadaş: İçimizde konuşan biri daha var. Travmalarımızın ağırlığı kadar kontrol edebiliyoruz galiba. Seyirci , iyi bari kendi kendine konuşan bazen karanlığa dalan bir tek ben değilmişim diye düşünüp bir yüzleşme hali yaşıyor. Oyunun bu kadar sevilmesinin nedeni de bu olabilir.

Size göre bu uyarlama, bu temalara ve gündelik hayatımıza nasıl bir bakış açısı getiriyor?

Gökhan Yıkılkan: Sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya çalışarak, arzularımızın peşinden koşarken edinmeye çalıştığımız mevkilerimizin arasında kaybettiğimiz, hayatımız ve kendimize uzaktan bir gözle bakmamızı sağlıyor. Aslına bakarsanız çok da değeri olmayan şeyleri kazanmak için hayatımızı harcarken aslolan kendimizle bir olma çabasını bize hatırlatıyor.

Creative Direction by Duygu Bengi

Filmed by Umutcan Öncü, Dilara Ateş

Edited by Umutcan Öncü

Content Editor Belgin Demirhan

Editor Yiğitcan Genç, Seher Tosun

Music by Salih Alkan

Styling by Murat Şentürk

Öteki Directed by Emin Alper

Öteki Cast Cem Yiğit Üzümoğlu, Erdem Şenocak, Derya Karadaş, Gökhan Yıkılkan

A big thank you to Zorlu PSM family!

Author: Based Istanbul

RELATED POSTS