Dünyaya bakışımız ne kadar sevme şeklimize bağlı? Ya da kimi ve neyi sevdiğimize? Siyah ve beyazın arasında aşk, kayıp ve saplantıya ait hikayeler saklı-Masahisa Fukase’nınki bunlardan biri, yakalamak için ne kadar uğraşırsanız uğraşın ‘an’ın gelip geçici olduğunu gösterenlerden. Fukase zamanla birlikte kendini kovalarken, sanatın en bencil yüzleriyle karşılaşıyor. Fukase yalnızca kendini daha iyi görmek için bakar ve her bakış, her an, aslında kendi içine çevrilmiş bir yolculuk. Sonuçta, bir kameranın gövdesinde aynanın temel bir parça olduğunu kim inkar edebilir?
Bir ayna gerçeği olduğu gibi gösterebilir; ancak kırıldığında, gerçeklik bozulur, parçalanır ve dağılır. Fukase’nin hayatı da böyle bir yansımaydı—sevginin tehlikeli doğası, takıntının bitmeyen sancısı ve yalnızlığın dayanılmaz ağırlığı üzerine… Fotoğrafçılıkla bir love-hate ilişkisi içindeydi Fukase, çünkü onun hayatından getirdiği kadar götürdükleri de vardı.
Masahisa Fukase’nin eksantrikliği, radikalizmi ve deneysel tarzı, tek bir belirleyici özelliğe bağlanabilir: takıntı. Fukase için fotoğrafçılık, yalnızca bir pratik değil, amansız bir arayıştı—duygularının, ilişkilerinin ve nihayetinde kendisinin bir uzantısı. Bu özverili ama aynı zamanda bencil yaklaşım, çiğ bir yoğunlukla kutlanan zirvelere ulaştı. Ancak aynı zamanda, gözlerinizi çevirmek isteyeceğiniz kadar acı verici derinliklere de indi.
Fukase’nin hayatı bu ikiliği yansıtıyordu. Onu zirveye çıkaran şey aşk, özellikle de ilham perisi ve eşi Yoko Wanibe ile yaşadığı sevgi dolu ilişkisiydi. Çöküşleri ise umutsuzlukla şekilleniyordu. Fotoğrafçılık, kelimelerin ifade edemediklerini aktarmak için onun kullandığı bir araçtı. Görselleri, samimiyet, kalp kırıklığı ve yalnızlık üzerine maskesiz bir dürüstlükle konuşuyordu. İşte, büyük sanatın doğduğu yer burasıydı.
Yoko Wanibe, ikinci eşi, Fukase’nin hayatında derin bir iz bıraktı. Bir anlamda, onun fotoğrafçılık kadar derin bir takıntısıydı. Birlikte geçirdikleri 13 yıl boyunca Yoko, Fukase’nin öznesi, ilham perisi ve ortak yaratıcısı haline geldi. Yoko bu süreçte istekli bir katılımcıydı; poz verdi, kostümler giydi, performans sergiledi. Ortaya çıkan fotoğraflar hem neşeli hem de hüzünlüydü. Yoko, Fukase’nin çoğu zaman fırtınalı olan vizyonuna parlak bir karşıtlık oluşturuyordu.
Bu hikaye bir yönüyle şiirsel görünüyor—ta ki bir fotoğrafçıyla yaşamanın nasıl bir şey olduğunu düşünene kadar. Sürekli izleniyormuş gibi hissediyorsun. Gerçek seni yakalamak için bir göz, hep hazır bekliyor. Her an gözleniyorsun. Bu bir tür sahne performansında kendini buluyorsun ve fark ediyorsun ki müzik asla durmuyor… Daha sonra anlıyorsun ki aslında o kameranın yakalamaya çalıştığı sen değilsin. Senin özün değil, onun kendi özü. Her kare, aslında fotoğrafçının kendisini sana yansıttığı bir an. Fotoğraf makinesiyle sana yöneldiğinde, aslında kendisine dönük bir yansıma yaratıyor; bazen bükülmüş, bazen baş aşağı.
Yoko, bu hikayede hayatının direksiyonunda değil, yolcu koltuğundaydı. Kendi hayatını kontrol etmek için radikal bir adım attı ve 1976’da Fukase’yi terk etti. Daha sonra “Tedavi Edilemez Egoist” adlı bir makale yazdı—ironik bir şekilde, bu yazı Fukase’nin bir sergi başlığı haline geldi. Yoko, birlikte geçirdikleri zamanı şöyle özetliyordu: “Boğucu bir sıradanlık, yer yer şiddetli ve neredeyse intihara meyilli heyecan patlamalarıyla bölünüyordu.”
Kaybı bir anıya dönüştürmek ne demek? Yasın tam olarak nasıl bir acı verdiğini damıtmak nasıl bir şeydir? Fukase, derin bir depresyonun ortasında kendini kuzgunlarda buldu. Bu, onun en tanınmış eserine dönüştü. 13 yıllık evliliği sona erdiğinde Fukase, kaybettiği aşkın acısıyla başa çıkmaya çalışıyordu. Memleketi Hokkaido’ya giden bir trene bindi.
Belki bir başa çıkma yöntemi, belki de bir kader cilvesi olarak, Fukase tren duraklarında inip kuzgunların fotoğraflarını çekmeye başladı. Japon kültüründe kuzgunlar, kaosun ve çalkantılı zamanların habercileridir. Ama Fukase için kuzgunlar, kaybolmuş aşkın ve dayanılmaz kalp kırıklığının sembollerine dönüştü. Onların karanlığına, yalnızlığına saplandı. Kelimelerin ifade edemediği duyguları kuzgunlar aracılığıyla dile getirdi. Bu, kırılmış bir aynada kendine bakmaktı.
1976’dan 1985’e kadar, kuzgunlar Fukase’nin hayatını tamamen ele geçirdi. Onları her hâlleriyle fotoğrafladı—yaşarken ve ölüyken, uçarken ve dururken. Fotoğrafları, cilalı ya da kusursuz değildi; ham ve çiğ bir duyguyla doluydu. Her kare, kaybın ağırlığını taşır gibiydi. Her detay, geri kazanılamayacak olanın bir hatırlatıcısıydı.
Sanat steril bir ortamda var olmaz, Fukase’nin sanatı da öyle. Onun eserleri, sevginin yerini tutkuya bırakabileceğini, ama tutkunun hiçbir zaman sevgi kadar teselli edemeyeceğini kanıtlar gibiydi. Kuzgunlar, tıpkı Yoko gibi, onun için bir ayna olmuştu—parçalanmış, bozulmuş, ama yine de insani bir ayna.
Fukase’den geriye sadece bıraktığı fotoğraflar ve gölgeler kaldı. Fotoğrafları yalnızca görüntüler değil; gelip geçen anları, süremeyen aşkları ve en çok da kendi içindeki parçaları kovalayan bir adamın eserleriydi.