Stres dolu bir dünyada yaşıyoruz. Özellikle New York gibi büyük bir şehirde yaşayıp, bunu dengeleyecek bir kaçışınız yoksa, çok daha zor olabiliyor. Benim buna cevabım fotoğrafçılık. Uçsuz bucaksız bilinmeyen Amerika ve benken (bir de yanımda kas yapmamı sağlayan kocaman ve ağır Pentax 67’im), dikkatimi dağıtacak hiçbir şey olmayınca meditatif bir özgürlük hissine bürünüyorum. Bence bu aynı zamanda benim etrafımla ilgili olan farkındalığımı arttırıyor, açık görüşümü sağlıyor.
Çöllere, daha doğrusu terkedilmiş manzaralara karşı bir aşk besliyorum. Bu tip yerlerdeki enerji benim için olağanüstü; bu yüzden Batı Amerika’ya bayılıyorum. Bu durumlar içerisinde ürettiğim fotoğrafların kendi ruh halimi yansıttığını düşünüyorum; sakin, organize olmuş, basit, renkli ve çok pozitif.
Bu seri için ucuz bir bilet bulup Phoenix, Arizona’ya uçtum. New York’un kalabalık yaşantısından biraz uzaklaşmaya ihtiyacım vardı. Gideceğim yerlerle ilgili biraz araştırma yaptım ve Arizona’nın farklı yerlerinde motellere rezervasyon yaptım. Komik olan şey genelde turistik yerlere gitmiyorum. Her şey yolculuk ve o sırada bulduklarımla alakalı. Terkedilmiş bir benzinci, Grand Canyon’dan daha ilgi çekici bulabiliyorum. Önemli olan ne bulduğum, gördüğüm, fark ettiğim ya da ilgimi çeken her şey…
Phoenix’ten yola çıktım ve kuzeye doğru Sedona ve Flagstaff’e devam etim. O bölümü bitirdikten sonra tarihi “route 66”dan batıya, ufak bir köy olan Williams’a gittim. Williams’da işim bitince de doğuya yönelip Holbrook şehrindeki Wigwam moteline gittim. Yolda o kadar farklı noktada durdum ki, oraya gidip bir gün daha kalacağım William’a dönmem bir günümü aldı. Bir sonra gideceğim yer Arizona’nın kuzeyiydi.
Oralarda biraz keşif yaptıktan sonra Utah’ı da birazcık gezdim. Sonrasında uçağı yakalayabilmek için Utah’a geri döndüm. Dönerken birkaç kez daha durdum, sonra da havaalanına gittim, vaktim bitmişti. Yenilenmiş ve hazır bir şekilde gerçek dünyaya geri dönmeye hazırdım.