Ben, atları çok sevdim. Ve hep dedim ki: “Özgürlük ve güç ikimizin de kanında mevcut. İlişkimizi, eşsiz ve sınırsız sevgim oluşturuyor ve ben nasıl seviyorsam, onlar da beni aynı o şekilde seviyor, bu kadar basit.”
Basit değilmiş aslında, hem de hiç değilmiş. Tek kişinin verdiği “seviyorum” kararı, bir ilişkiyi ancak başlatabiliyormuş ve ben sadece başlangıçtaymışım, ömrüm boyunca… Şimdi burdayım, gökyüzünün koskocaman ve masmavi olduğu Montana’da. İlişkilerin verilen bir sözle başladığı ve o sözü tutmak için bir ömür boyu sarfedilen emekle sürdüğü bir yerdeyim. At binmeye gelip kendini keşfeden bir grup insanın arasındayım. Kovboyların ve atların bilgeliğinden dumura uğramış, öğrendikleriyle ne yapacağını bilmeyen, şaşkın ve korkmuş biriyim.
Kafamı toparlamaya çalışıyorum, fotoğraf makinemin otomatiğe aldığım odağı gibi bir bulanıklaşıp bir netleşen haldeyim. Yağmur hiç durmadan yağıyor ve içim sıkılıyor. “Şu ana kadar yaşadıklarım iyiydi halbuki.” diyorum. “Altından kalkamayacağım bir ilişkiye adım atmanın ne gereği vardı?”
“Bana söz ver” diyor at. “Bu ilişkiye başlamadan önce bana söz ver ki, beraber geçireceğimiz her anı birbirimize adayalım.” At, bana her şeyini vermeye hazır: dikkatini, zamanını ve benliğini. “Sadece benimle ol” diyor, “Bunun için bana söz ver. Beraberken yapman ve düşünmen gereken herşeyi bir kenara bırak ve sadece benimle ol. Söz mü?”
Burada kovboylar var, “wrangler”lar. Yüzlerinin yarısını saklayan şapkalarının altından bakan gözleri var, özenle bağlanmış fularlarıyla uyumlu gömlekleri, yüksek belli jean pantolonlarının üzerine geçirdikleri püsküllü deri “chaps”leri ve renkli çizmeleriyle sergiledikleri duruşları var. Az konuşan halleri, konuştuklarında ise şükran dolu sözleri var; masalarına koyulan yemeğe, geçen günün getirdiği güzelliklere ve atlarından öğrendikleri bilgeliklere… “Her sabah, bu kadar özenle giyinmelerinin bir sebebi olmalı” diye düşünüyorum. Söz verdikleri için mi? Beraber geçen her anda, en iyileri olmak için birbirlerine söz veriyorlar. Bu sadece düğün gecesi sergilenen bir dans değil, her geçen gün biraz daha güzelleşen ve gelişen bir dans… Her gün, aynı bir Samuray savaşçısı gibi kendine ve kıyafetlerine özen göstererek giyinen bir kovboyun, bir çay seramonisi edası ile tımar ettiği atıyla sergilediği eşsiz ve sonsuz bir dans, ya da Zen felsefesinin aydınlanma olarak tanımladığı “satori”…
Atını manzaraya karşı özenle seçtiği yere bağlıyor. Malzeme kutusundan çıkardığı fırça, kaşağı ve tarak onun vücudunun bir uzantısı. Kovboyun kalbi elinde, tüm farkındalığı ile atını tımar ediyor. “Evet” diyorum, gözlerim bile dolmuş olabilir “Evet, ben de söz veriyorum.” Bir sürü işi aynı anda yapmaya çalışarak yüzde yüzünü vermekten kaçmaya alışık bünyem, ıslak gözlerime ve kapısı aralanan yüreğime isyan ediyor, “Nasıl yani, kafamın içinde susmak bilmeyen sesi dinlemeyecek miyim? Telefonuma sarılıp başkalarının hayatlarına göz atmayacak mıyım? Sadece ben ve at mı olacağız?” – Evet. Zen budistin bir zamanlar dediği gibi: “Eğer zihin boşsa, her zaman her şey için hazırdır, her şeye açıktır!”
Bir kovboy anlatıyor: “Atlar avlanılan hayvanlar, insanlar ise avlanan hayvanlardır. Avlanılan hayvanların kendilerini koruma içgüdülerinden dolayı farkındalıkları çok yüksektir. Acele ve panik dolu davranışlar kaçmakla bağlantılı olduğu için korkuyu çağrıştırır, onlar huzurlu ve güvenli ortamlara ihtiyaç duyarlar. Avlanan hayvanların davranışları ise hız odaklıdır. Her şeyin hemen olmasını isterler çünkü daha hızlı aksiyon daha çabuk kazanılan ödül demektir. Atla kurulacak ilişki için önce yavaşlamak şarttır. Yavaşlamak için nefes almak, aksiyona geçmeden önce hayal etmek gerekir. Nefesle beraber beliren niyet yani enerji atın ana dilidir. Başka bir lisana da ihtiyaç duymaz…”
Atlar telaştan arınmış ortamlarda öğreniyorlar ve bilgiyi yavaş yavaş hazmediyorlar. Tek motivasyonları huzur ve güven içinde sadece “var olmak”. Kendi hallerinde oldukları her an bir ödül. Fazlasına ihtiyaçları yok. “Olmak, yetiyor!” diyor kovboy ve atın beklediği liderlik özelliğiyle net ve kararlı bir şekilde ondan istediğini belirtiyor ve elde ettiği anda onu rahat bırakıyor. Başardığını anlaması ve hazmetmesi için zaman veriyor.
Yeni öğrendiğim bir egzersiz. Dizginimle atın boynunu sola doğru çeviriyorum. Çenesinin boynunun altına doğru kıvrılıp vücudunu içeri doğu yığılmadan ayaklarının üzerinde dengeli bir şekilde taşıdığı o doğru anı bekliyorum. Bunun için başının yukarı doğru yükselmesi ve kulaklarının eşit bir seviyeye gelmesi gerekiyor. Bekliyorum ve izliyorum. Bunu yaptığı anda dizginleri serbest bırakıp onu kendi haline bırakmam gerekiyor. Anda kalmaktan başka bir seçeneğim yok. Yapması için on saniye de bekleyebilirim, bir saat de. Bilmiyorum. Ama yaptığı an onu rahat bırakmazsam yaptığı şeyin doğru hareket olduğunu anlamayacak ve ben o doğru anı kaçırmış ve onu ödüllendirememiş olacağım.
Tam yanımda bir kovboy, atının üzerinde ve hep anda. Kovboy, atının başını öne eğerek rahatlamasını sağlıyor. At, merkezine doğru çektiği arka ayaklarının üzerinde yükselen vücudu ve öne doğru eğilmiş boynuyla Leonardo da Vinci’nin illüstrasyonlarındaki gibi asil ve çekici. “Başını öne ey ve teslim ol” diyor, “Teslim ol ve güven. Direnmeyi bırakıp evrene boyun eydiğin zaman öğrenmeye başlayacaksın!” Atını güvende ve huzurda tutan bir kovboyu seyretmek, sanki ibadet etmek gibi… İlahi bir gücün varlığını görmek ve rahatlamak gibi.
“Hayat” diyorum, “Bazen beni ürkütüyor.” Toprak yolda ilerliyoruz. Amacımız, kulaklarında kırmızı etiket olan ve ormanın uçsuz bucaksız köşelerine dağılmış yaklaşık 20 buzağıyı toparlayıp, genel kontröllerini yapmak ve tartmak için çiftliğe götürmek. “Yapmak istediğim şeylerin boyutu ve imkansızlığı gözüme o kadar büyük gözüküyor ki, başlamadan vazgeçiyorum. Büyük resimden korkuyorum ve nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Hayat da aynen öyle… Bazen yaşamak o kadar gözümü korkutuyor ki her şeyi bırakmak istiyorum.” Kovboy da dinliyor beni atlar da, ama hangisi cevap veriyor tam emin olamıyorum: “Korkunu yenmenin ve başarıya ulaşmanın tek bir yolu var: Ufak adımlar at.” diyor.
Tüm zamanlar onların nasıl olsa. Bu koskocaman gökyüzünün altında zaman anlamını yitirmiş. “En iyi at eğitmenlerini diğerlerinden ayıran tek bir özellik vardır, o da sabır” diye yazıyor, akşamları yorgunluktan kapanan gözlerime zar zor hakim olup ancak tek bir sayfasını okuyabildiğim kitapta. “Eğer bana 100 yıl verilseydi bu sorunla nasıl başa çıkardım?” diye sor diyor, “karşına çıkan her sorunla.” Buradakiler okumamışlar bu kitabı, ama bu kitap okumuş sanırım onları çünkü bahsettiği en iyi eğitmenler onlar olsa gerek. Eminim ki atlar onlara her daim hatırlatıyor: “Ya bütün zamanımızı buna vereceğiz ya da şu saniye duracağız. Ne kadar acele edersen, o kadar çok zaman kaybedersin. Buna son vermenin tek bir yolu da yavaşlamak ve zamansız olmaktır.”
Kovboyun eyerinin arkasında isminin baş harfleri yazmıyor. Onu, kendi isminden daha çok ilgilendiren başka bir gerçek var, eyerinin üzerine oturduğu her an var olan tek bir gerçek: “hisset”. Atıyla kurduğu ilişkinin ortak dili bu, hissiyat. Kendisinden yüz kat kuvvetli bir canlıya hissiyatıyla liderlik yapıyor. Atının güvenini, hisleri sayesinde kendine duyduğu güvenle kazanıyor. Liderler, çevresindekileri güçleriyle değil hisleriyle yönetirler çünkü değişmeyen tek gerçek budur. Akıl bize oyun oynar, fiziksel güç ise görecelidir. Hisler ise, dinlemeyi ve güvenmeyi başardığımız sürece bizim bu hayattaki pusulamızdır… Atını hissiyatıyla yöneten bir kovboy diyorsa bunları, büyüyünce onun gibi olmak dışında başka bir şey dileyemiyorum o an tanrıdan. “Umarım daha büyümemişimdir…”
“Evet, benim yansımamsın.” diye cevap veriyorum, aralarında dolaşırken ansızın peşime takılan ata. Yaptıkların, benim yaptıklarımın bir yansıması. Gitmen için karnında aniden hissettiğin sert ve sabırsız bacak vuruşlarıma karşı sert ve asabisin. Yavaşlaman için duyarsızca asıldığım dizginlere karşı duyarsızsın. Bana kızgınsın, senden tutarsızca talep ettiğim isteklerim için. Kızgınlığım, hırsım, sabırsızlığım, duyarsızlığım, hepsi benim… Elimi alnına sevgiyle uzattığım zaman, alnını bana sevgiyle uzatıyorsun. Ben huzur dolu nefes alıyorum, sen huzur dolu nefes veriyorsun. Dans etmeyi yeni öğrenirken sen bana, zamansızlığının verdiği genişlikle hareket ederken ben sana sabrediyorum. Sevgim, huzurum, sabrım ve duyarlılığım, hepsi benim.
Atların arasında yürüyorum. Birisi peşime takılıyor. Ağaçların arasında daireler çiziyorum, arkamda. Koşmaya başlıyorum, arkamda. Duruyorum, arkamda. Bir anda ağlamaya başlıyorum, hüngür şakır. İçimden taşan sevgiye hasretim. “Ben seninle dans ederken” diyorum “Çok iyiyim.”