Hiç ürkütücü derecede absürd bir film izlediniz mi? Kendinizi “Ben neye bulaştım böyle?” diye sorarken buluyorsunuz. Eh, biz öyle yaptık. Kara komedinin taçsız kralı Radu Jude yeni bir yapımla karşımızda. Modern çağda kölelik, dijital yalnızlık ve ticarileşme üzerine bir bakış açısı. İnanın bana, Radu’nun her bir konuyu nasıl yorumladığını tahmin bile edemeyeceksiniz.
1981’de çekilmiş bir Romen filminin renkli, Godardvari bir yeniden değerlendirmesi, günümüzden ise siyah-beyaz sahneler… Film ters köşelerle dolu. Kendi algınızı sorgulamanıza neden olacak şekilde yönetilmiş. Radu Jude, şu anda yaşıyor olma duygusu ile tarihin girdabında aşağıya doğru yuvarlanma durumunu tematik ve estetik olarak uzlaştırabilen belki de tek kişi.
Senaryo ve imgelerin karışımından oluşan bu karmaşa o kadar beklenmedik bir atmosfer yaratıyor ki (doğal olarak) sıradan bir şey arzuluyorsunuz. Her şey ters, kelimenin tam anlamıyla her şey. Yine de Radu bu absürdlük içinde gündelik mekanların geometrisindeki güzelliği ortaya koyuyor. Bazen çalışılmış çekimler karşısında yüzünüz buruşuyor, bazen de hayatın perdesinin ardındaki basitlik ve güzellik karşısında hayrete düşüyorsunuz. Açıkçası bu çok kompleks bir serüven.
Hadi, senaryo konuşalım. Adından da anlaşılacağı gibi “Dünyanın Sonundan Çok Şey Da Bir Şey Beklemeyin”. Film sizi sert, soğuk gerçekle ve sadece gerçekle tokatlıyor. Radu’nun bunu yapma şekli ise filmi benzersiz kılan… Angela filmin büyük bölümünde yolda. Uçsuz bucaksız trafik, birbirinden sinirli insanlar, bitmek bilmeyen vardiyalar ve Angela’nın huzursuzluğu; hepsi, biz yolcu koltuğunda yol alırken önümüze seriliyor. Rahatsız edici bir şekilde İstanbul’da yaşamaya benziyor diyebilirim. Tüm günlük sorunlarınız, şehrin size kötü davranması ve insanların burnunuza girmesi gerçekte olmasını beklediğiniz şeyler. Doğru mercekten bakıldığında, bir birlik havası var. Bir aradalığa dair küçük anıtlar…
Üstünü çizmek isterim, beklenmeyeni bekleyin. Film doğası gereği dağınık bir yapıda ama komedi, korku ve dram unsurları arasında asla kaybolmuyor. Radu, onları birbirine bağlayan üstyapıların satır aralarını görmenin bir yolunu buluyor. Tıpkı bizi dünyanın sonuna doğru iten birçok ayrı ama birbirine bağlı gücü ustalıkla anlattığı gibi. Bu son derece rahatsız edici haberciliğe dair bir kara komedi abidesi. Hepimizin olduğu yerden, dünyanın sonundan bize doğru sesleniyor.
Her şey bir içerik. Ve bu yaratım denizinde herkesin kendine özgü bir yaklaşımı bulunuyor. Angela’nın yaklaşımı “özel”. Evet, özel diyelim. Her röportajdan sonra, kel, tek kaşlı bir adamın (evet, gerçekten) şiirsel bir şekilde küfrettiği bir yüz filtresiyle skeçler çekiyor. Matsuo Bashō, Ernst Kantorowicz, Andrew Tate… Aklınıza ne gelirse, Radu ona atıfta bulunmuş. Oldukça çılgın bir şekilde. Ama kabul edelim, aynı anda hem küreselleşen hem de atomikleşen bir dünyada, shitpost dışında ne yapabiliriz ki?
Bir aşağı bir yukarı gidiyoruz, trafikte bekliyoruz, sinirleniyoruz ve hatta çok sinirleniyoruz… Her şey bir yana, film dijital dünyanın politik kamusal alanla kesiştiği yerde feminist bir manifesto olarak duruyor. Gerçekliğin hakiki bir yansıması.
Finale geldik ve el yazısıyla yazılmış jenerik akmaya başladı, artık sizi filmden ilham alan çalma listemize davet ediyoruz. Çünkü kim havalı bir çıkış şarkısı istemez ki?