Zaman geçiyor… Zamanla yarışan hayaller, hedefler, heyecanlar; onlar da gelip geçiyor. Zamanı boşverip kendi yolunda ilerliyor bazen. Bu durumda hayat nerede başlıyor nerede bitiyor bilinmez fakat heyecanını koruyan, “çizgiyi aşan” insanlar düşlüyorum etrafımda, etrafımızda… Şimdi sahnede 5 isim var; Beste, Hakan, Ecem, Gözde ve Cihan…
Heyecanlarını mı, enerjilerini mi, yoksa içten tavırlarını mı sevdik bilmiyorum ama onların da bizim gibi ideallerinin peşinden koştuklarını biliyorum. Belki de bu yüzden bu kadar yakınız, kim bilir?
Sürekli kafasında çalan Oscar & The Wolf’dan Joaquim’in etkisiyle, Ecem’in yaydığı enerjiyi tarif etmek zor. Hayatında ulaşmak istediği noktayı “Kendimle tam olarak barış ilan etmiş olmak.” olarak tanımlasa da, bizi o noktada olduğuna çoktan inandırdı. “Hayatımda sinemanın hep çok büyük bir yeri vardı. Beni şekillendiren en önemli şeylerden biriydi. Benim için çocukluğumdan itibaren bu denli önemli bir şeyin bir parçası olmak beni çok heyecanlandırıyor.” diyor. Yine de biz onu sahnede görmek için daha çok heyecanlıyız.
“CATE BLANCHETT VE ISABELLE HUPPERT, PERDEDE GÜCÜ DE, KIRILGANLIĞI DA TAM MANASIYLA OMUZLAYABİLEN İKİ KADIN.”
Full Look: HAKAAN YILDIRIM, Terlik / Slippers: FENDI
Sahnede olmak sınırlarını zorlamaktan geçiyorsa; ilk bakışta hiç beğenmediği fakat zamanla gözünde güzelleşen kırmızı ayakkabıları, bu sahnede sınırlarını zorlayarak anladı Cihan… Onun için oyuncu olmak, “Her gün yenilenebilmek, farklı karakterler olabilmek ve böylece daha çok keşfetmek.” demek. Tiyatro sahnesinin çok çalışmaktan geçtiğine emin, onun için her zaman hazır. Yanında olsaydınız, Arctic Monkeys’den Do I Wanna Know’u mırıldandığını duyabilirdiniz, kim bilir belki de bir gün tam da bu sahnede Broadway ruhunda bir müzikalle…
Kurallara inanmadığının her seferinde altını çizecek kadar cesur Beste. Oyunculuğun önce kendini keşfetmekten geçtiğinin farkına varmış çoktan… “Kendi ruhsal yolculuğuna odaklan çünkü en çok özgürlüğe ve dürüstlüğe ihtiyacın olacak.” diyor. Sahneye uzanıyor ve ışıkların altında hayale dalıyor… “Zorlunun sahnesindeyim. Saçlarım uzamış… Üzerimde tülden sade bir elbise var. Sigur Ros Festival çalıyor, ben dans ediyorum. Esrime içindeyim, insanlar da bunu hissediyor. Bir kez olsun çerçevenin dışına çıkıyorlar. Ne düşündüklerini bilmiyorlar. Kalpleri lotus çiçeği gibi açılmaya başlıyor. Sonra şarkının birden yükseldiği yerde (ki o kısım inanılmazdır) ben kollarımı açıyorum ve bir sürü beyaz karahindiba tohumu insanlara doğru uçmaya başlıyor…” Bize Beste’yi tanımlamak adına daha fazla cümle kurma gerekliliği ortadan kalkıyor…
“İLHAM BİR İNSANIN BİR BAŞKASINA VEREBİLECEĞİ EN GÜÇLÜ ŞEY…”
Hakan, içinden geçen her kaygıya oyunculuğu ile meydan okuyacak kadar seviyor yaptığı işi, bu yüzden de bu heybetli sahnede bile korkularından arınmış. “Hayvani içgüdürlerle insani modernizmin karşımı” olarak tanımladığı oyunculuk, onun için hislerinin özgür yolları ile hayallerinin ferahlığının kesiştiği noktada. “Dünyanın başka yerindeki insanlara karşılaşmadıkları hikayeler ve karakterler sunmak isterim.” diyor. Onun için sahnede olmak: “Bir önceki andan bir sonraki ana geçişteki ‘şimdi’yi her saniye dolu dolu yaşamak.”
Gözde’nin resimlerini oyunculuğu kadar çok seviyoruz. Tuvalde benliğini arayan, kendinden emin, yarı hüzünlü kadınla, ekrandaki neşeli kız arasında gidip gidip geliyoruz. Gözde’ninse kadın ve oyuncu kelimeleri yan yana geldiğinde tek favorisi var: Tilda Swinton. Küçük yaşlarda başladığı oyunculuğu, “Sihir gibi… Bir şeylere dönüşme sanatı, kendi hislerinle ifade edebilme biçimi.” olarak tanımlıyor. “Oyunculuk kapsayabildiğin ama aynı zamanda seni de kapsayabilen bir meslek, çok dinamik. Kendini sürekli geliştirmek zorundasın.” diyor. Şimdi, bu sahnede “Mesleğimi bir daha sevdim.” derken, ileride bir gün kendi karakterini oynamanın hayaline dalıyor…
[Playing Lonely Voodoo in My Blood by Massive Attack]