Carl’ın deklanşörü, somut ile soyutun buluştuğu anda tıklıyor—özgürlüğün, kendiliğindenliğin ve yaşamın dinamizminin dansı yaşanırken. Fotoğrafları, geçici anları hayatları, hikâyeleri ve kimlikleri birbirine bağlayan görsel ipliklere dönüştürüyor. “Kendi halimde fotoğraf çektiğim sırada kutsal kapıların ardından gelen müziği duydum. İçeri girdim, oturdum ve dansçıları izledim – gerisi malum.” diye anlatıyor Carl. Tesadüfi bir karşılaşma olarak başlayan şey değerli bir keşfe dönüşüyor, onu kelimeleri aşan bir ortak ritme davet ediyor.
Onun görevi, hayattan damıtmak—anlarını yakalamak, nefeslerini hissetmek, sessizliklerini işitmek. Carl, fotoğrafçılığın bir ifade olduğunu söylüyor ancak hissettirdiği şey daha çok bir soru gibi. Kimlik, gelenek ve modernitenin çarpıştığı çatlakları kanırtarak açan bir manifesto. Hareket meydan okumaya dönüşüyor, sıradan olan ise şiire. “Fotoğrafçı olmak, yabancılardan anlarını ödünç almaktır” diyor ama belki de bundan daha fazlası var. Başkasının ham ve filtresiz gerçeğini taşımak ve bunu paylaşılan bir yansıtmaya dönüştürmenin ağırlığı mesela.
Tek bir beden gibi hareket etmek, mücadeleyi zarafete, zarafeti güce dönüştürmek ne anlama gelir? Ya, kendinden daha büyük bir ritmin içinde kendi bireysel hikayeni de yaşayabilmek? Carl’ın lensi bu anları çerçevelerken, sadece dansçıları değil, “biz” olmanın özünü de yakalıyor. Ritim düşünce ve formun içinde sarmal gibi dönerken, ebedi soruyu soruyor: Nereye aitiz biz? Bu fotoğraflarda yalnız dansçıları görmüyoruz—kendi içimizdeki dile getirilmemiş, duyulmayı bekleyen şiirleri de izliyoruz.