Üniversite eğitimi için seçtiği, sonra ise bir diplomadan öte bağının olmadığı, Halkla İlişkiler ve Reklamcılık bölümü, birçoğumuzun başına geldiği gibi sistemin zorlayıcı seçimini değil, beklentilerdeki farklılığı ifade ediyor. Bu durumu, “Anlamamışım reklamcılığın ne olduğunu. İlgilendiğim alan daha çok kreatif tarafıydı.” sözleriyle açıklıyor. “Bütün konseptle ilgili daha iyi bir fikir sahibi olunca, dedim bu benim işim değil.” diye ekliyor. Yaşı 18 olsa da onun her adımda ayakaları yere basıyordu, eminim! “Seni orada hayal kırıklığına uğratan neydi?” diyorum. Oldukça açık ve net, “Birine bir şey satın aldırmak için yapılıyordu. Ayrıca kreativitenin çok da özgün olmadığını gördüm.” diyor. Bir yandan da restoran işletmeye başlayınca, odağı farklı bir yöne kayıyor. “Üniversiteye başladığımda Roxy’de restoran işletmeye başladım. Roxane isimli 9 masalı küçük bir restorandı. Menü, servis ve muhabbeti ben yapıyordum. Okul bir yandan devam ediyordu ama paramı kazanıyordum.” Devamlılık sorunu olmadı mı?” diyorum ama Mehmet Günsür’ün hayatına soruna pek yer yok gibi… O kadar pozitif ve pozitiflik onun için o kadar değerli ki! “İkinci öğrenimdi zaten. Sabah uyanma tramvam olduğu için özellikle seçmiştim. Sabah uykusunu seviyorum. Hatta okul devam ederken, öğrenciyken İtalya’ya taşındım ben. Sonra imtahanlara gelip gidiyordum.” diyor. Hayatında dönüm noktası olan bu hikayeyi ayrıca konuşmak üzere bırakıyor, fotoğraf hikayemize de konu olan müzik tutkusuyla devam ediyoruz.
The Sweet plağını eline aldığından beri müziğin hep hayatında odağında olduğunu söylüyor Mehmet Günsür, “Müziği meslek olarak seçmeyi hiç düşünmedin mi?” diyorum… “96’ ya kadar bir grubumuz vardı. Çok güzel gidiyordu ama öyle bir an geldi ki hepimiz dağıldık. Ben, ilk başta davul çalıyordum. Solistimiz Los Angeles’a taşınınca, aslında pek istemesem de, daha iyi bir davulcu bulunca, söylemeye başladım.” Mehmet Günsür’ün Dawn isimli grubu; gitaristlerinin Londra’ya, basçılarının Boston’a ve Mehmet’in de İtalya’ya gitmesiyle dağılıyor. Mehmet için ise oyunculuk kariyeri başlıyor. Nasıl mı? 12 yaşında, rol aldığı “Geçmiş Bahar Mimozaları” isimli dizi, aralarında Rutkay Aziz, Müşfik Kenter gibi birçok değerli ismin yer aldığı bir TRT dizisi. Tabii o dönemin koşullarını düşününce, 60 dakikalık ve 35 mm ile çekilen bir dizi. Bu diziden sonra hayatına birkaç reklam filmi girse de müziğin ağır basması ve çalışmaya başlamasıyla oyunculuk Mehmet’in hayatında öncelik alamamış. Bu temposunun aşırı sosyallikten mi yoksa aşırı çalışkanlıktan mı geldiğini çözmeye çalışırken, “Boş kalmamalıyım tavrım hiç olmadı. Bıraksan harika boş dururum .”diyor. Ama bu boşluk, alışık olduklarınızdan değil… “Boş durmak en sevdiğim şeylerden birisidir. İş olduğu zaman makina gibi son enerjime kadar veririm. Görev adamıyımdır, ama görev verme takılıyım. Müziğimi dinleyip, yalnız kalayım. Müziği asla bir fon olarak dinlemedim. Mesela ders falan çalışırken müzik dinleyemem çünkü müziği dinliyorum o zaman.” diyor.
İlk filmi Hamam’ın hikayesine geri dönersek, “Ben Roxy’de restoran işletirken Roxy’nin kardeş barı Sefahathane’de çalışan bir arkadaş, Hamam filminin figürasyonundan sorumluydu, fakat bir yandan da başrolden biri hala aranıyordu. Benim de İtalyan Lisesi mezunu olduğumu biliyordu. Bana durumu anlattı, ben audition’a gittim, Ferzan’la tanıştım. Hatta hep anlattığım bir hikaye vardır; “Mehaba! Ben Mehmet ama Memo.” dedim, gözleri büyüdü bir anda. Önce anlamadım, sonra bana rolü verip senaryoyu yolladığında, karakterin adının Mehmet olduğunu ve ilk söylediği cümlenin de o olduğunu gördüm. O an anladım neden o kadar şaşırdığını, yazdığı şeyi söylemişim aslında. Rol için so dönem baya uzun olan saçlarımı kesmem gerekiyordu. Bir hafta falan düşündüm bunu, sahnedesin şarkı söylüyorsun… Saç önemli!”. “Ne de olsa uzar.” diyorum, “20 sene sonra ancak uzadı.” diyor ve gülümserken ekliyor, “20 sene sonra Ferzan’ın filmi İstanbul Kırmızısı’nda uzun saçlı oynadım ve ilk filmdeki intikamımı aldım.” Şaka bir yana profesyonel oyunculuk dönemiyle birlikte, “20 senedir onlar, Mehmet’in değil karakterlerinin saçı, saçlarıma hep setlerde müdahale ediliyor.” diyor. Hamam filmini izlemeyen yeni jenerasyona, filmi izledikten sonra Madonna’nın bile Ferzan Özpetek’e tebrik mektubu yazdığına dair, popüler bir parantez açarsak, başarısı herkes için daha net olur sanırım…
Hamam’dan sonra Mehmet’in performansından etkilenen bir İtalyan yönetmen, bir tiyatro oyunu için kendisini İtalya’ya davet ediyor ve gidiş o gidiş! Bir tiyatro deneyimi olmadan bu adımı atması ise oldukça cesur. “Bir güven vardı ama anlamsız bir güven de değildi, yapabileceğimi biliyordum.”diyor. İtalyan Lisesi mezunu evet, ama okulu bitireli 4 sene olmuş… Ve tiyatro dili de hiç hafife alınacak türden değil. “Muhteşem konuşman lazımdı, text’e çok çalıştım. İtalyanların bile söyleyemeyeceği kadar zor cümleleri vardı. Karakter çok hızlı konuşuyordu. Başından sonuna kadar duygu yoğunluğu yüksek bir roldü.” 20 sene önce Ferzan Özpetek’in filmi ile başladığın oyunculuğa, 20 sene sonra tekrar onun filmi ile devam ediyorsun… Ferzan Özpetek için bu da çok olağan bir durum değil… “Bu süreç içerisinde, Cahil Periler filminde çalışmak için bir kez daha biraraya geldik. Ama programlarımız uymadı. Daha doğrusu benim programım uymadı. Ferzan genelde her filminde yeni oyuncularla çalışmayı seviyor, hani bir yönetmen olur ve tutar oyuncusunu değil. Belki de o yüzden, yıllar sonra yine birlikte çalışma fırsatımız oldu.”
“Profesyonel şizofrenlik” olarak tanımladığı oyunculukta, “İz bırakan karakterlerin oldu mu?” dediğimde, MEhmet Günsür hiç düşünmeden “Oldu!” cevabını veriyor. “Mesela, O Şimdi Asker’deki karakter. O çok fiizksel de bir karakterdi. Bir takım tikler kaldı. Ondaki çene yamukluğu gibi. Kendimi hala yakalıyorum. Kas hafızası diye bir şey var. Bir şeyler kalabilir.” diyor. “Ruhsal olarak bir şeyler kalıyor mu?” ise Mehmet için bir soru niteliği bile taşımıyor. “Karaktere girdim, çıkamıyorum diye bir şey yok. Onu da öğreneceksin.” diyor. Şu anda yer aldığı Fi-Çi-Pi üçlemesi, Türkiye’de dizilerin televizyondan internete geçisişini de temsil ediyor. Bu projeyi nasıl gördüğünü, hedefine ulaşma yolundaki başarısı üzerine düşüncelerini oldukça merak ediyoruz! “Bu çok kutsal bir iş aslında, çünkü bir ilk. 60 dakika yapıyorsun. Yazan, çeken derdini 60 dakikada anlatmak zorunda. Oyuncu olarak bir duyguyu anlatmak için 30 sahnenen yok. Bir sahnen var ve seçimlerini iyi yapmak zorundasın. O yüzden herkesi daha fazla düşünmeye, daha fazla zeki olmaya iten bir şey. Seyircisi de öyle, seyirci geriye alıp tekrar izliyor, çünkü çok hızlı gidiyor. Onlar alışmış yarım saat birşey olmamasına, o yüzden çok kutsal bir proje. “ diyor ve ekliyor: “Onun açtığı kapı çok önemli.” İnsanların kanallardan bağımsız, internet odaklı televizyon izlediği, alışkanlıkların değiştiği bu dönüşümü “Özgürlük” olarak tanımlıyor.“İnternetin güzelliği; sen istediğin anda, istediğin şeyi izleyebiliyorsun. Bu çok büyük bir özgürlük bence.” diyor. Onun özgürlük alanında kimler var, iyi bir dizi izleyicisi midir? sorularını sorarken… “Tabii ki!” diyor ve saymaya başlıyor: “ Taboo, The Young Pope, Mars, Black Mirror, Mozart in the Jungle…” diye saymaya başlıyor Mehmet Günsür.
Black Mirror gibi futuristik işleri nasıl bulduğunu merak ediyoruz… “Süper! İngiliz tarzı, hastasıyım… Müzikte de sinemada da…”diyor. İtalyan sinemesaı daha gerçekçi bir yaklaşımı benimserken onun buna yakın durmasına şaşırmış olsam da, “70’lerin altın çağı bitti sinemeda ama bu altın çağın mirasından besleniyoruz. Mesela Amerikalılar, İtalyanlardan öğrendi ışık kullanmayı.” diyor.
Aslında tüm dünya sanatı İtalyanlardan öğrenmiş olsa da odağımızda sinemaya olan inanılmaz katkıları var. “Bugün hala, Fellini, Antonioni, Pasolini sinemasının etkilerini görüyoruz, onlar çok değerli.” diyor. Ustalara olan saygısını hissederken, yeni keşiflerini de merak etmemek mümkün değil. Son dönemde radarına giren isimleri sorduğumda, ilk cevabı “David Bowie’nin oğlu Duncan Jones” oluyor. “Moon filmine çıldırmıştım. World of War Craft oyununun filmini çekti; Warcraft: The Beginning, ondan önce bir bilim kurgusu var.” diye heyecanla işlerini anlatırken geçenlerde izlediği “The Second Mother” isimli bir Brezilya filminden bahsediyor, bu isimleri nasıl keşfettiği asıl merakımız olduğundan ekliyor: “Bunları çok takip etmiyorum aslında aklıma geliyor bakıyorum IMDB’ye ve sonra takip etmeye devam ediyorum. Çok fazla belgesel izliyorum ben. Eşim de belgeselci. En son Wolf Pack isimli bir belgesel seyrettim mesela mükemmeldi.” diyor.
Kendine sakladığı zamanlarda ise önceliği her zaman müzik! Müziği, oyun oynamak takip ediyor. “Eskiden çok daha fazla oynardım aslında, hikayleri güzel olan macera oyunlarını seviyorum. No Man’s Sky oyununu oynadım. Evrende geziyorsun… Binlerce gezegen, güneş sistemi, yaratık… Uzayda takılıyorsun. Macera oyunları, özellikle bağımsız oyunlar olağanüstü. Bağımsız her şey öyle aslında. Yüreğini koyuyorsun başarmak için. Electronic Arts’ın yaptığı oyun mu? Yoksa indie iki adamın bir araya gelip yaptığı oyun mu? Bağımsız olanın ruhu çok daha kuvvetli.”
Müziğe geri dönüyoruz… Hikayemize ilham olan 68 kuşağının olağan üstü bir zamana işaret ettiğininin altını çiziyor. “Neye hizmet ettiği ya da neye hizmet etmek istediği tabii ki tartışılır ama çok büyük kuvvetli kalıpların kırıldığı bir dönem. O dönemdeki özgürlük hissi çok acayip. Yeni şeyler var. Jimi Hendrix’ in gitar çalışını duyduktan sonra kimse aynı şekilde gitar çalmadı. İlk defa o öyle çaldı o gitarı ya da Led Zeppelin. Bence tarihin en iyi grubu! O dönem çok acayip bir dönem. Lou Reed, Andy Warhol, Iggy Pop…” birçok ismi sayıyor. Ama unutmadan ekliyor: “Bir yalan tarafı da
var elbette ama gerçek tarafı da var.” Sanat insanın kendini ifade ettiği derinliği olan bir form, bizi ne zaman doyuma ulaştırır bilmiyoruz. Ama o derinlik giderek kayboluyor… “O dönemlerde derinliği güçlüydü.” diyor.
Ve gün içerisinde bir kaç kez daha kullandığı bu cümleyi yineliyor Mehmet Günsür: “ Hep aynı laf: Domatesin tadı eskiden daha güzeldi.” Zaman güzel olanı yıpratıyor evet ama en önemlisi; “Biz biraz daha masumduk. Her şey sanki daha gerçekti. O yüzden, o dönemde olan bu devrimin de derinliği çok fazlaydı.” diyor ve ekliyor: “Sanat olarak da aynı şekilde; yeni akımlar, türler… Bir deneme tahtasıydı ve herkes de hiç yapılmamış bir şeyi deneyecek cesaret ve özgürlük vardı.” Günümüzün cesaret alanı teknoloji açısına döndüğümüzde ise bugünle kıyaslamamızın da şu zamanki beynimizle o zamanı yorumlamamızın da çok zor olduğunu vurguluyor ve teknolojinin de bir süreç olduğunu unutmuyor.
“Bir parçayı neden seviyorsun? Tamam, okey çok akılda kalıcı bir nakaratı var ama bir yerden sonra anlatmak istediği şeyi anlayıp, gerçekten müziğin müzik olmasını sağlayan değerlere yöneliyorsun. Her şey çok yüzeysel olduğu için insanlar o değerlere yöneliyor.”
diyor. Ve evet, biz yaşamadığımız bir dönem için heyecan duyuyoruz. “Jimi Hendrix bu dönem için her şeyi değiştirdi. Chuck Berry de Elvis’ten Led Zepplin’e birçok kişiye ilham oldu. Ama Led Zepplin kimyası kimsede yok sanırım. Çok dark bir İngiliz işçi kesiminden geliyorlar. Kökenleri anlattığı şeye yansıyor. Led Zeppelin, Rolling Stones, Beatles hepsi çok farklı. Mesela Beattles’ta çok değerli bir müzikal miras var. Şu anda dinlediğimiz pek çok şeyde görüyoruz.” diyor. O dönemi özel kılan şey, cesaretlerinin yanı sıra kolaya kaçmamalarıydı diye düşünürken, günümüzün “kolayına, kısasına ve hızlısına kaçan” insanlar yetiştirdiğini hatırlatıyor Mehmet Günsür.
Mehmet Günsür tarafında oldukça heyecan veren bir diğer haber ise tamamen kendi kurduğu bağımsız ekiple yarattıkları internet dizisi Kanaga! “Dizide 38 yaşında kuantum fizikçisi olan Mardin Tamay’ın yaşam yolculuğunu takip ederken karşılaştığı doğaüstü ve insan bilincinin sınırlarını aşan dünyayı keşfe çıkıyoruz. Dünyaca ünlü bir arkeolog olan ve 30 sene önce öldüğü sanılan babasını ararken, kendisini ve güçlerini bulacaktır. Gittiği her yerde açıklanması güç olan ezoterik ve büyülü yaşantıları deneyimlerken ve aynı zamanda aşk ve gerçekle karşılaşacaktır.” Projeyi heyecanla dinlerken, Mehmet Günsür ’ün da dahil olduğu 5 kişilik ekibin projenin her aşamasında var olduğunu öğreniyoruz, Mehmet, hem yazıyor hem oynuyor ama hem de birçok bambaşka şeyden de sorumlu… Hem küçük bir ekipler hem de çok da fazlalar çünkü bu projeye gönülden bağlı olup onlara yardım eden birçok insan var. “Onların destekleri olmasa zaten bu proje olmazdı, çok zor bir şey yaptık.
Çok fazla arkeoloji var ve mitoloji, ezoterik dünyalar var. Bir şekilde gittiğimiz her yerde aslında dünyayı kurtaran insanların hikayesini anlatıyoruz Kanaga’da. Kahramanımız bir şekilde bu macerasıyla bize dünyayı kurtaran insanların hikayesini anlatıyor. O yüzden gittiğimiz her yerde de gerçek anlamda dünyayı kurtaran insanları bulmaya çalıştık. Bu bir; eko mimar olabilir, organik tarım yapmaya direnen çiftçi olabilir. Ya da deniz suyundan içme suyu üretebilen bir alet geliştirmiş mühendis olabilir. Bunun gibi insanları bulup bir araya geldik. Çok keyifli bir çalışma oldu bizim için. Bunu herkesle paylaşmak için çok sabırsızlanıyoruz.” diyor. Projenin ilk sezonunun yayına girmesine kısa zaman kaldığını, festivalllere iletişime geçmeye başladıklarını öğrenince seviniyoruz. Öğrendikleirmizden sonra, biz de en az onlar kadar sabırsızız artık, bağımsız yapıların gönülden yarattığı her projenin, inan insanların varlığı ile büyüdüğünü biliyoruz.