Burak’ın en etkileyici yanı yıllara meydan okuyan farkındalığı! – Ama bu sefer ters orantılı bakmak lazım duruma. Popüler kültüre bu denli uzak dururken, bir anda dönüşmüş olduğu popüler figürü, ” Bir şeyi seçtiğin zaman ister istemez bir diğer şeyden vazgeçmek zorunda kalıyorsun.” sözleriyle anlatıyor ve ekliyor; “Hayatın bana verdiği birtakım şanslar oldu, ben onları kimine göre doğru, kimine göre yanlış değerlendirdim ve şu an olduğum yerdeyim. Ben bunu kabul ederek bu işe girdim. Ya da her şeyi bırakıp kepenk kapatıp gitmem gerekiyor. Bundan şikayet edeceksem bu iş olmaz.” Oyunculuğun halka mal olma hali ilgili çevreler tarafından hala tartışılıp, çoğu kişi tarafından reddedilirken Burak, “Hayatta her istediğin olmaz!” diyebilecek kadar gerçek bakabiliyor.
Oyunculuk üzerine eğitim-şans odaklı tartışmalar devam ederken işine odaklanmayı başarabilenler yol alıyor. Bireysel kariyerine çokça kafa yoran Burak, 7 seneyi aşkın bir süredir televizyon ekranlarında. Her geçen gün kendi sınırlarını biraz daha genişleterek ilerliyor. Oyuncuların sektörün senaryo, yapım, yönetmenlik gibi farklı alanlarıyla yoğun olarak sahiplendiği bir dönemi yaşarken, onun bu yöndeki eğilimini sorduğuma ise oldukça net, “Oyunculuğun gelişime açık yanının daha yüksek” olduğunun altını çiziyor. “Bir yönetmen ilk filminde hata yaparsa, izleyici ikinci filme çok zor gider. Ama diğer tarafta ‘Toparlamış!’ deme şansın var.
Yazarın yolunda gitmeyen bir denemesinin ardından ikinci de şansı bile olmayabiliyor. O yüzden yazmak ve çekmek denilen meselelerin daha çok yolu var. Ben oyunculuğumu halledeyim, oralara sıra gelir. Daha bu alanda o tatmini yaşayamadım, umarım bir gün yaşarım. Ama bir gün o ilham gelirse, ‘Evet, benim böyle bir yeteneğim var, yazmaya başlıyım.’ derim. Şu an içimde onu hissetmiyorum. Merak etmiyorum. Çünkü benim için hala derinine inmem gereken şey oyunculuk.” Rüzgara kapılanlardan değil ayağını yere sağlam basanlardan Burak, “oyunculuğunda bir sonraki adımı nasıl hayal ettiği” ise ana merakımız! “Şunu canlandırmak istiyorum diyeceğim bir karakter yok ama, zamanı gereği işler öyle evirildi. Yedi – sekiz dizide oynadım, sürekli dizide oynamak durumunda kaldım. Bu süreçte sadece bir sinema filmi yapabildim.” – Burak Deniz’in Büşra Develi ile başrolünü üstlendiği “Arada” filmi, geçtiğimiz günlerde !f İstanbul kapsamında ilk kez seyirci ile buluştu. “Sinemanın daha nitelikli olduğuna inanıyorum. Zamanlar daha geniş, oyuncuya daha az müdahale var. Gerçekten iyi yazılmış bir sinema filminde oynamayı isterim.” Burak, bunları anlatırken iyi hikayenin hak ettiği oyunculuğu vermeye hazır olduğu fikri de içinize işliyor.
“Nitelikli bir seri katil, bir eşcinsel, depresyonda bir karakter, bütün ailesini depremde kaybetmiş bir karakter…”
Arada, filminde punk müziğine tutkuyla bağlı ve müziğini yapabilmek için bu ülkeden “gitme” fikrine odaklanan bir karakteri canlandırıyor. Son dönemde, bu şehirden “Gitmeli mi? Kalmalı mı?” sorusu pek çok zihinde canlanırken, kaçınılmaz soru da yerini alıyor… “Senin mesleki hayallerinde ‘gitmek’ ne ölçekte var?” Burak bu durumu “gitmeliyim” hali olarak görmüyor. “Yapacaklarımın arasında bu da yok, ‘gitmeliyim’ durumum yok ama evet, Avrupa sinemasının bağımsız tarafında yer almak istiyorum. Ya da kim Hollywood’dan gelen bir teklifi reddedebilir ki? Yurtdışından gelen bir yapımda herkes oynamak ister.” Şimdilik, “Buraları bir halledelim de onun sırası gelir, daha zamanı var.” diyerek bıraksak da Burak’ın hayalini kurduğu bağımsız sinemanın çok yakın bir zamanda parçası olacağına eminiz.
Kaldırıp baksan daha keyifliymiş gibi geliyor, merak uyandırıyor. İnsanları birbirine çok bağlı ama değil, ayrık ama aynı. Birçok hissi içinde barındırıyor, çok dolu, çok renkli.” Burak’ın İstanbul’u çok sesli, özgün bir o kadar da gizemli. “Acımasız olduğunu söylerler, sen ne diyorsun?” diyorum ”İstanbul mu? İstanbul ne yapsın onun günahı ne?
Hayat biraz adaletsiz bence, insanı da buna ayak uyduruyor. Köpeğe tekme atan, kadınıdöven, bebeğini çöpe atan yaratıklardan bahsetmiyorum. Dediğim gibi İstanbul yerli yerinden parıl parıl duruyor. Durumlar acımasız, bunda şehrin bir suçu yok.” etrafımız bu kadar kirlenmişken Burak’ın kendini korumayı nasıl başardığını soruyoruz… “Soruyu anladıysam cevabım koruyamıyorum olurdu. Rahat uyuyamıyorum. İzleme, okuma, bakma, sorma… eee? Martı gibi mi yaşayayım? Kaldı ki martılarda kendi çaplarında üstlerine düşen derdi alıyor.
Başka ülkelere özenmeyi aklına getirmeyecek güzellikte bu şehir, bu ülke. Suni şeylerle kafaları karıştırmamak lazım. Kaygısız olsak ne yapacağımızı bilmiyoruz gibi davranıyoruz. Bir de birazcık kendimizle ilgilensek ne güzel olur. O zaman kim ne giydi, o ne yaptı, şu ne dedi, o nerede oldu? demeyeceğiz. Hayatın ve vücudun sana verdiği ölçüde tadını çıkarsana! Bunun ne kadar paran olduğuyla bir alakası yok. Evet bazı durumlarda insan ailesini seçemiyor, hayatını seçemiyor, olduğu yeri, doğduğu evi, hatta giydiği şeyi seçemiyor. Zorunda kalıyor, evet doğru! Ama ne kadar adaletsiz olursa olsun, hayat sadece istediğin yerde doğduğuna yaşanılabilecek bir hadise olamaz.”
İnsan 24 saat mutlu olamaz elbette Burak da burada mutluluk çılgınlığından” bahsetmiyor ama birtakım tatlar almak gerekiyor. En başta sorduğuna dönüyorum ‘İstanbul sana ne hissettiriyor?’ demiştin. İşte böyle çözümler aramaya, böyle şeyler söylemeye itiyor, yoksa İstanbul çok güzel bir şehir ve İstanbul olduğu yerde duruyor.” O tuğla duvara da o sokaklara da anlam katan biziz, onun dışında hareket ettiğimiz zamanları “mazoşistlik” gibi yorumluyor.