İstanbul ziyaretiniz nasıl geçti? Şehirle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Derek Weisberg: Wow. Burası çılgın bir yer. Biraz kaotik ama tamamen alışılmadık da değil. San Francisco Körfezi bölgesinde büyüdüm ve iki şehir arasında coğrafi yapı gibi ilginç benzerlikler var – San Francisco da “yedi tepe” ve aynı zamanda suyla iç içe, dolayısıyla feribot, tekne ve martıları var. Mekan olarak bir tanıdıklık taşıyor. Ve ayrıca New York’a benzer bir enerjiye de sahip. Alışkın olmadığım özelliği, Orta Doğu etkisi oldu; bu da mekana bana yabancı olan bir üçüncü boyut ekliyor.
New York’ta yaşıyorsunuz. İki şehri sanatsal etki ve sanatçı toplulukları açısından nasıl kıyaslarsınız?
Derek Weisberg: Her ne kadar bazı sanatçılarla tanışma ve birkaç stüdyo görme şansı bulduysam da buradaki sanat toplulukları hakkında bir fikir edinebildiğimi söyleyemem. New York’tan çok farklı olduğunu düşünmüyorum. New York’ta bulunduğunuz yere ve çevrenizdeki sanatçılara göre pek çok farklı kesim, grup ve ideolojiyle karşılaşabilirsiniz; sanırım aynısı burası için de geçerli. Sanat açısından, burada gördüğüm işler çok daha kavramsal ve politik bir yapıya sahip. Bir sürü video çalışması ve yerleştirme gördüm. Bunlardan New York’ta da var ama bence burada daha yaygın.
Sıradan bir gününüz nasıl geçer? Belirli ritüelleriniz var mı?
Derek Weisberg: Sanırım cevaplarımı burada geçirdiğim zaman üzerinden vermeliyim. New York’tan bir parça farklı. Her sabah uyanıyorum, ocak üzerinde kahve yapıyorum ve içine bir kaşık çilek reçeli ve granola karıştırdığım yoğurdumu yiyorum. Seramik atölyesinde çalışırken buradan 07:45 gibi çıkıp Etiler’e yürüyordum; atölye orada ve 09:00’da açılıyor. Atölyenin kapanış saatine kadar, neredeyse bütün günümü çalışarak geçiriyordum. Öğle yemeği için oralardaki kebapçılardan birine gidiyordum. Atölye 18:00’de kapandığında rezidansa dönüp biraz daha çalışıyor ve email’lerle ilgileniyordum. Belki biraz tuhaf gelecek ama burada yapmayı en sevdiğim şeylerden biri durup ezanı dinlemekti.
Dikkatinizi dağıttığı için mi?
Derek Weisberg: Hayır, Amerika’dan çok farklı olduğu için. Amerika’da din ve devlet işleri arasında “bulunması gereken” katı bir ayrım var. Aradaki çizgi bazı durumlarda biraz bulanık bir hal alabiliyor ama burada öyle bir çizgi hiç yok. Her şeyin iç içe geçmiş olması benim gibi dışarıdan bakan birine büyüleyici geliyor. Ve ben buna (ezana) bir çeşit saygı göstermek istedim. Diğer tüm dinler gibi çok karmaşık bir konu olduğunun farkındayım ama bence bu, yani durmak, gününün nasıl geçtiğini düşünmek, o anda olmak, özünde kötü bir şey değil. Pencereden Boğaz’ı izlerken ezan okuyan kişiyi dinlemek bence çok güzel bir aktivite.
Meditasyon fırsatı bulmak gibi.
Derek Weisberg: Kesinlikle, evet. Ve bu kulağıma güzel geliyor. Neredeyse onu bekliyor gibiyim. Din siyasetini bir yana bırakırsak, tüm bunların dışında, bu insanlar Tanrı’ya sesleniyor. Bunu bağlılık, gerçek inanç, Tanrı’ya duydukları sevgiyle yapıyorlar. Dolayısıyla sözleri değil, sadece duyguyu ve onunla gelen sevgiyi duyuyorum.
Sanatla ilk etkileşimlerinden bahseder misin?
Derek Weisberg: Offf! Uzun yıllar önce! *Gülüyor* Ben hep sanat yaptım. Aslında gerçekte yaptığın tek şey bu oldu. Altı ya da yedi yaşındayken kilden objeler yapmaya başladım. Onun öncesinde de ailem bana yeni oyuncak yerine silikon tabancası almıştı; oyuncak figürlerimi kesip birbirine yapıştırarak yeni oyuncaklar yaptım. Elbette resim yaptığımı da hatırlıyorum. Ailem yoğun ilgi ve sabrımı fark ettiği için kendimi çok şanslı hissediyorum. Tek istediği resim ve obje yapmak olan, yedi yaşında bir çocuk düşünün. Bunu fark edip desteklemeleri büyük nimet. Bunun oldukça önemli olduğunu düşündüm, çalışmaya ve bir şeyler yaratmaya devam ettim. Her cuma okuldan sonra bir kadının atölyesine giderdim. Ünlü bir sanatçı değildi ama atölyesine gidip bir şeyler yapardım. Bütün bir okula gittikten sonra, cuma günü, bütün arkadaşları “AVM’ye gideceğim!” ya da “Beyzbol maçına gideceğim!” derken “Sanat dersim var!” diye sevinen, 13 yaşında bir çocuk olduğunuzu hayal edin. Ama sonuçta, on üç yaşında bir çocuk olarak bile yaptığımın önemli olduğunu fark ettim ve buna devam ettim.
Ve çocukken haşlanmış patateslerle oynadın:
Derek Weisberg: Ah, evet, kesinlikle! Haşlanmış patatesten yaptığım heykeller! Bu bir çeşit takıntı. Bir yerde yeteri kadar uzun süre oturursam bir şeyler yapmaya başlıyorum. Sanırım kendimi görsel olarak ifade etmeye yönelik, doğuştan gelen bir arzu.
İlhamla ilişkiniz nasıl? Baştan sona düşünülmüş fikirlerle mi üretiyorsunuz?
Derek Weisberg: Genellikle ilgilendiğim ve araştırdığım büyük, kapsayıcı temalarla çalışıyorum, sonra zamanla değişiyorlar. Son derece sezgisel ve spontane bir şekilde çalışmaya eğilimliyim, bu da çevremi çok önemli bir hale getiriyor çünkü içinde bulunduğum ortam ve duruma yanıt veriyorum. Dolayısıyla burada ortaya koyduğum bütün işler büyük ölçüde çevreye ve kültüre yanıt niteliği taşıyor. Yaptığım kolajlar şehrin duvarlarına yapıştırılmış posterler, kendi çizim ve resimlerim ile kebap dükkanlarının ambalajlarının birleşiminden oluşuyor. Mekana ve hayata tam anlamıyla dahil olma hali. Her şey bir araya geliyor. Son derece kendiliğinden ve sezgisel. Bilirsiniz, planlanmış bir hayat isteseydim 9’dan 5’e bir iş bulur, söylenen saatte gider, işimi yapardım. Sanat, çok daha özgür olabildiğim, keşfedebildiğim, hayatımın günlük senaryosuna yanıt verebildiğim bir alan.
Genellikle suratlar ve insan figürleriyle çalışmanızın bir nedeni var mı?
Derek Weisberg: Sanırım insanlık haline, insan olmanın anlamına ve hayatta yol alma zorunluluğuna duyduğum büyük ilgiden kaynaklanıyor. Bir nedeni de insan olmamız, ölümlülüğümüzün bilinci ve hayatın her gününü bu bilinçle geçirmemiz ki bu çok ürkütücü olabilir. Ama bu korkutucu düşünceyle yüzleşirken bile hayatımızı mümkün olduğunca sorumlu, güzel, zarif ve nazik sürdürmemiz gerekiyor. Yani bence bir insan tasviri gördüğünüzde, onda kendinizi, ailenizi veya sevdiklerinizi görebilir, yaşamını bu fikir ve duygularla sürdüren bir varlık olmanın anlamını hayal edebilirsiniz diye düşünüyorum.
İşlerinizin öznelerini nasıl seçiyorsunuz? Gerçek insanları mı temel alıyorlar?
Derek Weisberg: Hayır, pek sayılmaz. Aslında çok kendiliğinden gelişiyor. Elbette gördüklerim hafızamda yer ediyor ve üzerinde çalıştığım objeye sızıyor. Yani belki daha önce trende gördüğüm, çok çarpıcı biri de kendini işe yediriyor. Burada yaptığım bazı heykellerin Osmanlı askerlerine benzediği söylendi, büyük ihtimalle öyle de ama “Bir Osmanlı karakteri, bir padişah yapacağım!” demedim. Bu bana ilginç gelmiyor ve bu yöntemle çalışmıyorum.
Biraz daha derine inelim. Geride bırakacağın tek şeyin ne olmasını isterdiniz?
Derek Weisberg: İnsan figürü yaparken fark ettiğim şeylerden biri, muhtemelen en köklü görsel miras olduğu çünkü sahip olduğumuz ilk görsel tasarım bir mağara duvarındaki el izi veya Willendorf Venüsü. Yani insanlar, 35-40 bin yıldır insanları tasvir ediyorlar. Şimdi ben de burada insan figürü yapıyorum. Buna yeni, ilginç ya da farklı bir yorum katabilirsem, bu nihai, mutlak başarı olur. En büyük miras. 40 bin yıllık görsel temsil tarihinde, bir şekilde, küçücük bir iz bırakabilmek muhteşem olurdu. Bunu başarabilir miyim bilmiyorum ama belki…
Yakında İstanbul’dan ayrılacaksınız. Eve döndüğünüzde şehri ve burada yaşadığınız deneyimi birkaç kelimeyle nasıl tarif edersiniz?
Derek Weisberg: Dediğim gibi, kaotik. Yeteri kadar trafik ışığı yok. *Gülüyor* Ayrıca, tarihi. Burada çok fazla tarih var ve hepsi birbirinin içine geçmiş durumda. Yeni bir binanın yanında eski zamanlardan ahşap bir bina, onun yanında yüzlerce yıl öncesinden kalmış İznik çinisi. Zaman ve tarihe dair bu his, tüm bunları apaçık şekilde ve şu anda görebilmek gerçekten müthiş. Ayrıca ezanla ilgili deneyimimi, netameli gibi, güzel gibi, Büyük Birader gibi, saygı uyandırıcı gibi olduğunu anlatırım. Benim için İstanbul böyle bir karışım. Burası Asya ve Avrupa’nın, Doğu ve Batının, eski ve yeninin, dindar ve sekülerin olağanüstü bir füzyonu. Sadece coğrafi ya da tarihi bir dörtyol ağzı değil, her şeyin, hayatın kesişim noktası.