Son yıllarda iyice göze çarpan, yaptığı işin farklılığı sebebiyle fazlasıyla konuşulan isimlerden biri Gaye Su Akyol. Şu sıralar 30’larının en başında olan müzisyen, daha ilk gençlik yıllarından itibaren sahnedeydi. Bundan seneler önce onu ilk grubu Mai’yle, Kadıköy’deki dönemin üç beş mekanından biri olan İncir’de izlediğimde, büyük kitlelerin dikkatini henüz çekmemişti. Ama doğru yolda ilerlerse müziğinin orijinalliğinin zamanla onu bambaşka bir yere taşıyacağı daha o günlerden belliydi. Öyle de oldu. Mai’nin yanı sıra Toz ve Toz, Seni Görmem İmkansız gibi gruplarıyla kazandığı deneyimi yıllar içerisinde kusursuzlaştırdı Gaye Su Akyol. Yayınladığı ikinci albümü Hologram İmparatorluğu da bu tecrübenin, ayrıntılara gösterilen hassasiyetin ve ne yapmak istediğinden çok emin olan birisinin eseri.
Onunla hayatının neredeyse tamamının geçtiği Kadıköy’deki Kadife Sokak’ta, nam-ı diğer ‘Barlar Sokağı’nda buluşuyoruz. Sokağın yeni gözdesi Bina’da Gaye Su Akyol’u beklerken, mekanın sergi katını geziyorum. Gaye Su Akyol’un, onu rakıyla da tanıştıran, ressam babası Muzaffer Akyol’dan aldığı genlere bu sergi katında bir kez daha tanıklık ediyorum. Müzik dışında sanatın farklı formlarına da ilgi duyan Gaye Su Akyol’un bir işi buradaki sergide de var. Çok geçmeden Gaye de Bina’ya geliyor. Bu güzel Pazartesi gününde, güneşin yüzümüze vurduğu ve Kadife Sokağı görebildiğimiz bir cam kenarına oturuyoruz. Ben kahvemi, Gaye ise zencefil çayını söylüyor. “Develerde kalmıştık en son,” diye söze başlıyorum.
“İlk albümün Develerle Yaşıyorum’dan nasıl geçtik bu Hologram İmparatorluğu’na?” diye soruyorum. “Birkaç farklı anlamı var bu ismin,” diye anlatmaya başlıyor. “Kuantum fiziğinde son birkaç yıldır bulunan şeyler bildiklerimizin tersini kanıtlar nitelikte. Bildiğimiz her şeyin bir rüya, bir yanılsama olabileceği durumu var. Bunun yanı sıra her şeyin temsili olduğu bir yere dönüştü dünya.
Özellikle internetten sonra artık kendi kendimizin temsilleri gibi dolaşıyoruz. Sosyal hayatta ve dijital ortamda herkes kendisinin hologramıyla kol kola yaşıyormuş gibi bir durum var. Paralel bir benliğimiz var. Dolayısıyla Hologram İmparatorluğu bu tip olasılıklar ve olanlar üzerinden bir hikaye anlatıyor.” Şiirsel bir güzellikte şarkılarına yansıtabiliyor Gaye Su Akyol bu anlattıklarını. Yeni albümünün açılış şarkısı Hologram’da bu varoluşsal sahteliği, “Sanki hologramsın ve yok olacaksın elini tuttuğumda,” diye dillendiriyor.
Her ne kadar ‘dünyalı’ bir müzik yapsa da, Gaye Su Akyol’un dillere destan uzay sevgisi bu albümde de devam ediyor. Daha albümün açılışında Uranüs’e, Neptün’e gitme isteğinden bahsediyor Gaye Su Akyol. Hayal dünyasını besleyen bu arzu üzerinden konuşmaya başlıyoruz. “Büyük bir bilinmezin içerisinde, bin bir insani zaafla birlikte varlığımızı sürdürüyoruz. O bilinmezi benim için en çekilir kılan şey hayaller ve hayal kurmak,” diye tutkuyla söze başlıyor. “Gezegenler ve galaksiler açısından okyanustaki kum gibiyiz. O kumun içerisinde bazen çok insani zaaflara gömülüp hayallerimizden vazgeçebiliyoruz. Uzay bence hayallerin, rüyaların, olasılıkların bir tezahürü gibi. İnsan dünyevi telaşlardan kafasını kaldırıp yukarı bakınca olayın bu kadar olmadığını anımsıyor.” Elon Musk’ın Mars projesinin bahsi geçince de, “Çok heyecanlı!” diye gözleri parıldıyor ve gülümseyerek ekliyor, “Ama kahrını ilk gidenler çekecek. Çok güzel şeyler olacak ama daha o konuda taş devrindeyiz.”
Gelişim için gereken istikrardan açılıyor laf. Geçmişteki gruplarında icra edilen müziğin benzerliğinden konuşuyoruz. Bir önceki albümü Develerle Yaşıyorum ve yeni çalışması Hologram İmparatorluğu da birbirini andıran melodiler barındırıyorlar. İkisini müzikal yaklaşım olarak ayırt etmek pek de mümkün değil. Bu devamlılığın sebebini soruyorum. “Bundan 11 sene önce Mai‘de, ardından Toz ve Toz, Seni Görmem İmkansız dönemlerinde yaptığımız müziklerde, şu an yaptığımızın farklı formları vardı,” diyor. “Aslında Türk müziğinin birtakım öğeleri, elementleri, metaforları yine oradaydı. En temel şey şu; ben dinlemek istediğim müziği yapıyorum. Etkilendiğim şeyleri filtrelemeden müziğime koymak benim önceliğim. İstikrarın kaynağı bu.”
Türk müziği ile Batı formlarını birleştiren, yenilikçi ve modern bir yaklaşımı var Gaye Su Akyol’un. Ergenliğinde Metallica da dinlermiş, Nirvana da. Ama onun, “Şarkı söylemek istediğimde benden çıkan bu. Gidip Eddie Vedder’ı taklit etmeye çalışmıyorum. Olmuyor çünkü,” dediği sesine de yansıyan en temel şey Türk sanat müziğine olan hayranlığı. “Babam resim yaparken müzik dinlerdi,” diye anlatıyor çocukluğunu. “Klasik müzik de, Ruhi Su da, Aşık Veysel de çalınırdı atölyesinde. Bizim yaşımızdaki kimse dinlemiyordu bunları. Benim ilgim bu şekilde dallanıp budaklanmış.”
Bunca yıldır benzer şeyleri yapmaya çalışmasına rağmen kendisine yönelik bu büyük ilginin neden şimdi geldiğini soruyorum. “Bunda 10 sene önce yaptığım şey bugünkünün emekleyen haliydi,” diye açıklamaya başlıyor. “İnsanları ikna etmem için önce çok iyi müzisyenlerin yapmak istediğim şeyi anlıyor olması gerekiyordu. Benim iyi tarif etmem, onların da bunu iyi anlayabilmesi önemliydi. Bu zaman aldı.” Gaye Su Akyol’un kendini geliştirdiği dönemde acaba seyirci de değişti mi? “Bundan 10 sene öncesine oranla seyirciler yeni şeylere çok daha açıklar. Artık internet sebebiyle de, eğer gerçekten iyi bir şey yapıyorsan bunun kıyıda köşede kalması mümkün değil. Birileri muhakkak onu keşfediyor,” diye yorumluyor.
Arkasındaki son derece önemli, onun müziğini bambaşka bir noktaya taşıyan müzisyenlerden konuşmaya başlıyoruz: Ali Güçlü Şimşek, Görkem Karabudak ve Emrah Atay. Nasıl bir yapıda çalıştıklarını anlatmaya başlıyor. “Elbette grubun katkısı çok büyük. Benimle çalışmanın kolay olduğunu söylerler. Çünkü müzikle ve yapmak istediğimle ilgili kafam çok net. Şarkıların pek çoğunda çalınacak partisyonlar, armoniler kafamda hep hazır oluyor. Bu işleri çok kolaylaştırıyor.” Grubun içerisinde çatışma olup olmadığını merak ediyorum. Her müzisyenin egosu olduğunu anlatmaya başlıyor Gaye Su Akyol.
“Bence bir sürü grubun dağılıp yok olmasının en büyük nedeni bu. Birkaç kişinin sanatsal olarak işbirliği yaptığı bir oluşumda birilerinin bu lokomotifi hareket ettirmek için itici güç olduğunu baştan kabul etmek gerekiyor. Sübjektif bir şey üzerinden üretim yapıyorsun çünkü. Birisi ‘Kırmızı değil, mavi’ dediğinde, diğerlerinin bunu kabul etmesi gerekiyor. Ali, Görkem ve Emrah ile aramızdaki uyumun temel bir nedeni var. En başından bir şeyleri bilerek gidip, onları ikna ettiğim için sıkıntı yaşamıyoruz.”
Aralarındaki bu uyum onların üç sene birlikte yaşadıkları, Uskumruköy’deki evlerinde ciddi bir üretim yapmalarını sağlamış. “İki GSA albümü kaydettik. Onlar da bir Bubituzak albümü kaydettiler,” diye yakın geçmişi gülümseyerek anımsıyor Gaye. “Ama yaş kemale erdiğinden arada aynı evde çatışmalar da oluyordu,” diye kahkahalar atıyor.
Uskumruköy’den geri döndüğü Kadıköy’ü konuşmaya başlıyoruz. “Doğma büyüme Kadıköylüyüm. Tüm anılarım, hikayelerim, muhabbetlerim, aşklarım, arkadaşlarım Kadıköy’de,” diye huzurla anlatırken camdan dışarıya dalıyor. “Aa, Başar!” diye camdan sesleniyor bir anda. Ses teknisyenleri Başar, Gaye Su Akyol’un ona seslendiğini duymadan uzaklaşıp gidiyor. “18 yaşıma girişimi bile yan taraftaki arkaoda’da kutlamıştım,” diye devam ediyor Gaye Su Akyol. İstanbul deyince sadece Kadıköy’den bahsetmiyor elbette. Geçmişte Akmar Pasajı ile birlikte tutkusu olan Atlas Pasajı’nı ya da Mısır Çarşısı’nı da özlemle anıyor. “İstiklal Caddesi’ne çıkardık, Beyoğlu’nun Beyoğlu olduğu yıllarda,” diye nostaljiyle gülümsüyor. “Nasıl hatırlıyorsun oraları?” diye soruyorum.
“Asmalımescit’te babamın atölyesi vardı. O atölyede çok vakit geçirdim ben. Babylon açılmadan önce yerinde bir marangoz atölyesi vardı. Ben o halini hatırlıyorum. Asmalımescit’i hatırladığım ilk dönemde insanlar orada yürümeye korkuyorlardı. Ben 13-14 yaşındayken konserlere girmeye başlamıştım. İstediğim bütün konserlere babamın komşu klasmanından giriyordum. O kadar çok konser izledim ve dinledim ki Babylon’da… 13-14 yaşında Duman’ı izlediğimi hatırlıyorum.” Onu etkileyen müzisyenlere geliyor konu. Hayranı olduğu insanlardan neler öğrendiğini anlatmaya başlıyor. “Sevdiğim ve beni etkileyen isimlere baktığımda beni özgünlüklerinin etkilediğini görüyorum. Kendilerine ait müziği keşfetme riskini almışlar. Müzeyyen Senar dediğimde ben bir ekol, bir müzik anlıyorum. Selda Bağcan da öyle. Onların yarattığı şeyin arkasından gelenler olmuş.”
Çağlar Kanzık’ın yönettiği, İdil Ergün’ün son dokunuşlarını yaptığı yeni videoları Eski Tüfek’e de yansıyan teatral görünüşlerini soruyorum. Tüm bu uzay, konserlerinde giydikleri maskeler, kliplerindeki o renkler ve hikayeler düşünülerek tasarlanmış bir bütünün, kurgunun parçaları mı? “Normal hayatta bir yere kadar çıldırabiliyorsun,” diyor. “Ama sanat senin çıldırman için sonsuz ihtimalin olduğu bir alan. O teatral kafa çok planlı değil. Ama insanlara sıkıcı ya da taklit başka bir şey sunmaktansa, bizdeki milyonlarca şeyin yansımasını üretmek bana daha eğlenceli ve zamansız geliyor.”
Bu üretime uluslararası dinleyici ve basın da ilgisiz kalmıyor elbette. Gaye Su Akyol geçtiğimiz yaz sadece Danimarka’nın değil, Avrupa’nın en önemli festivallerinden biri olan Roskilde Festival’da sahne aldı. “Korkunç bir zamanda gittik,” diye Türkiye’nin çalkantılı, o zor yazını hatırlıyor. “İstanbul Atatürk Havalimanı’na saldırı gerçekleştiği gündü uçağımız. Kırılmış camların ortasından yürüyorsun uçağına. Hiçbir şey normal değil ama her şey normalmiş gibi davranıyorsun. Uçağa kimse gelmemiş tabii. 10 kişiydik herhalde. Konser vermeye gidiyorsun ama insanlar ölmüş. Manik depresif, kafayı yemiş bir şekilde gittik. Ertesi gün konserde ilk söylediğimiz şey de buydu. Her şeye rağmen festival çok iyiydi. Çok iyi tepkiler aldık.”
Kaçınılmaz mevzuya, tam da bu dönemde Türkiye’de yaşamaya geliyor konu. “Çok uçlarda yaşıyoruz,” diye anlatmaya başlıyor. “İnsan ölümü unuttuğu zaman sağlıklı olan bir varlık. Her gün ölümü düşünmek hiç sağlıklı değil. Yas süreci bile bir an önce bitsin de, normal hayata dönelim diye bakarız. Ama biz sürekli yasta gibiyiz. Öyle bir süreç ki bu, bireysel iyiliğin bile göze batıyor. Bireysel kötülüğün daha çok onay görüyor. Zaten bir gün iyi olsan ertesi gün zorlaşıyor iyilik.” Ona tüm bu süreçte güç veren şeyin ne olduğunu soruyorum. “İnsanlar hayatta mutlu oldukları, yapmaktan zevk aldığı şeylere kendilerini adamayı unutmamalılar. Yapabildikleri şeyin en iyisini yapıp, bir yandan da hayatın güzel tarafını ıskalamamalılar,” diyor. Tam da bu inancı sebebiyle ve mutlu olduğu şeyi yapmaktan vazgeçmediği için Hologram İmparatorluğu’nu bize sunabildi Gaye Su Akyol. Etrafımızda olup biten kötülük bizleri güzel şeyler yapmaktan alıkoymamalı. Ancak o zaman bu dünya daha katlanılır oluyor. Uzaya gitmeyi beklerken Hologram İmparatorluğu’nu dinlemek ise, buradaki direncimizi artırıyor.