Gazing at the Unseen

UnframedJune 10, 2024
Gazing at the Unseen

Yaratmak, yaratıcılık ve bu düzenin içinde kendimize ait olanlar, bize kalmasını tercih etiklerimiz… Baktıklarımızın anlattıkları ardında, konuşmadıkları hikayeleri var. Bu noktadan, mahremiyetten, sanattan, paylaşmaktan ve belki de en önemlisi yaratıcılıktan yola çıkarak ifadelerini kurguluyor, Hüseyin Çağlayan. Multi disipliner sanatçı; sergilerinden, enstalasyonlarından ve defilelerinden kazandığı tecrübeleri bir çatı altında toparlıyor – kendini gerçekleştirmek.

Sanatçı kişiliğiniz moda tasarımcısı kişiliğinizle ne noktalarda ayrışıyor?

Hüseyin Çağlayan: Tasarımcı kimliğim, sanatçı kimliğim ile birbirinde ayrışmıyor. Onları her zaman birlikte yaptığım için başından beri paralel bir kariyerim oldu. Moda çalışmalarım da sanat eserlerim gibi, en başından beri, müze ve galerilerde sergilendi. Yani, disiplinler arası bir yaratıcı insan oldum. Aslında hepsi aynı dünyanın parçası. Kendi adıma, onları ayırmıyorum, araçları birbirinden ayrılıyor ama tema ve yaklaşım pek ayrılıyor sayılmaz.

Fikirlerimi ifade etmek için farklı araçlar kullanabilirim. Her zaman çizdim, resim yaptım ve daha önceki sergilerimde de çizimlerime yer verdim. Mesela Paris’teki Louvre sergisi… Ama hiç yalnızca resimlerim olmadı. Her zaman resimler de yaptım, fakat uzun zamandır bu ölçekte yapmamıştım. İlk kez bir sergide sadece resimlerimi sergiliyorum.

Bu sergi sadece ilüstürasyonlardan oluşan ilk serginiz, süreç nasıl gelişti?

Hüseyin Çağlayan: Birçok kere kıyafetler ve enstelasyonları beraber içeren sergilemeler yaptık. Hatta son şovumuz Şangay Power Station Of Art’daydı. Bu iki yıl önce, pandemi zamanında oluyor. Tabii, salgının etkisinin ortadan kalktığı bir zamandı. Kıyafetler ve diğer işlerime birlikte yer verdiğim yedinci kişisel sergimdi.

Uzun dönemdir birlikte çalıştığım galeristim Murat Pilevneli’nin “Neden sadece illüstrasyonlarınla ​​bir sergi yapmıyoruz?” sorusu üzerine de bu sergi fikri ortaya çıktı. Bana heyecan verici ve özgün geldi. Diğer tüm çalışmalarım, geçen yıl Sabancı Müzesi’nde olduğu gibi, oldukça teknikti. Bu sergi ise özgürdü, iyi bir tecrübe olacağını düşündüm.

“Öteki Taraf” sergisi geçmiş anlarla alakalı. Eserlerin isimlerinde ise spesifik anlara ve durumlara çağrışımlar olduğunu görüyoruz. Bu bir kendini tanımlama yolculuğu mu anlatıyor yoksa gözlemciyi böyle bir yolculuğa çıkarmak peşinde mi?

Hüseyin Çağlayan: Kesinlikle ikisi de. Sanırım bunlar bana göre, oldukça görülmemiş ve arka planda kalan senaryolarla alakalı. Bunlar bir nevi arkaplan senaryoları, normalde maruz kalmayacağınız senaryolar. Aslında yolcu olarak orada bulunuyorum ama izleyici de yolcu olmaya davet ediyorum. Ayrıca absürt senaryolar, Racquel Welch’in Kıbrıs’ta oldukları gibi. Yani temelde kendime bir bakış yaratıyorum ve gözlemleyiciyi bu bakışa davet ediyorum. Ben sadece bu davetin provakatörüyüm ama diğerlerini de kendi yollarıyla gözlemleye çağırıyorum. Çoğu resimde böyledir, özellikle soyut ise. İnsanların kendi yöntemleriyle yorumlamasını istersiniz. Benim için bütün olay perde arkasında olmak. Dünyayı dışarıdan izlemek ve bana absürt gelen senaryolara bakmak. Ben her zaman yolcuyum, bu yüzden bütün sahnelerin ardında onlarla ilgili gizlenmiş şeyler var. Bir bakıma benim için özel olduğunu düşündüğüm anları toparladım. Ve bu anların bir tür sinapsını yaratmaya çalışıyorum. Yani, benim için bir dizi fikirdi. Bütün fikirlerin ortak kumaşı ise, bütün bu bakış fikri. Görünür anın ardındakileri görmeyi içeren bakış. Gizli anları, absürt anları…

Tam olarak otobiyografik de değil, bir kısmı öyle. Bunun için çok daha büyük bir sergi yapmam gerekecek, özel olduğumdan değil, deneyimlerimden dolayı. 

Çok kültürlü bir geçmişe sahipsiniz, işlerinizde bu durumun baskın olduğu alanları nasıl tanımlarsınız?

Hüseyin Çağlayan: Varlığımın bununla bağlantılı olduğunu düşünüyorum, dolayısıyla yaptığım her şey bununla iç içe. Ben zaten çok kültürlü, hatta üç kültürlü bir adadan geliyorum. Sonra genç yaşta yine bir adaya, İngiltere’ye gittim. Kıbrıstan çok daha multi kültürel. Yani evet, bu ipekten geliyorum, bu tür bir yetiştirilme tarzından geliyorum. Ve bu sizİ çok daha sezgisel bir yere taşıyor.

“Dünyayı dışarıdan izlemek ve bana absürt gelen senaryolara bakmak. Ben her zaman yolcuyum, bu yüzden bütün sahnelerin ardında onlarla ilgili gizlenmiş şeyler var.”

-Hüseyin Çağlayan

Bir yaratıcı olarak başkaldırı sizin için ne ifade ediyor?

Hüseyin Çağlayan: Ben asiyim, sessiz bir şekilde. Sessizce bir asilik. Yaratıcı bir insan olarak meydan okumanın çok önemli olduğunu, sosyal ve cinsel ana akımlara meydan okumanın rolümün bir parçası olduğunu düşünüyorum. Eğer biz değilsek kim meydan okuyacak? Bunu sadece biz yapabiliriz, yazarlar yapabilir, film yapımcıları yapabilir – bir bütün olarak yaratıcılar yapabilir. Bizim rolümüz dünyaya bakmanın yeni yollarını yaratmak olmalı. Yeni dürtüler yaratıyoruz ve tüm dünyaya katkıda bulunduğumuzu düşünmek istiyorum. Sadece sanatla ilgilenen kişilere değil. 

Yaratıcılık, bakmanın yollarını yaratır. Sadece sanatsal olarak değil, kültürel olarak da. Bir nevi kanal gibi olduğumuzu düşünüyorum.Çünkü bunun manevi bir boyutu da var. Zira yaratıcılığınızın nereden geldiğini her zaman bilemezsiniz. Dolayısıyla bizim rolümüz, insanların hayatlarına renk veya yeni bir boyut getirmeleri için bir deneyim yaratmak. 

Peki sizce sanat bir akım mı?

Hüseyin Çağlayan: Evet, bunu bir akım olarak görüyorum ama aynı zamanda gerçek hayatın çok da ayrışmaması gereken bir parçası olarak da. Bu bir akım olabilir… Şimdiye kadar inanılmaz akımlar da oldu. Bu bence çok kıymetli. Ama genel olarak sanatçıya çok daha fazla değer verilmesi ve sahip çıkılması gerektiğine inanıyorum.

Kendi sınırlarınızın içideki yegane limiti bulmanın yolunu tanımlayabilir misiniz?

Hüseyin Çağlayan: Benim için sınır, işin bittiği yer. Resmi bitirdiğiniz yer, şu andaki örnekte resim, diğer zamanlarda ise bir enstalasyon, bir film, ya da her ne ise… Belki bir giysi. Nerede duracağınıza karar verdiğiniz an, sınır orasıdır. Nerede duracağınızı bilmeniz gerekir, eğer görsel bir insansanız işin en büyük numarası; ne yapmamanız gerektiğini bilmektir. Ve ne zaman duracağınızı, kendi işinizi ne zaman düzenlemeye başlayacağınızı bilmek. Durduğunuz dakika… İşte benim için sınırın çizildiği an burası. Kendi halinde, var olmasına izin vermek gerek. Daha sonra, eserin kendi yaşam algısını oluşturmasına izin veriyorum.

Sizce bir kişi kendi özgün benliğini tamamen keşfedebilir mi yoksa bunun için sürekli yeniden yaratılmak mı gerekiyor?

Hüseyin Çağlayan: Otantik benliğinizi keşfedebilirsiniz ancak bizler aynı zamanda sosyal yaratıklarız. Diyalogdan etkileniyoruz, birine çalışmalarımız hakkında ne düşündüğünü sormaktan da etkileniyoruz. Hatta, birinin fikirlerine karşı çıkmak ya da tartışmak da isteyebilirsiniz. Fikir almak ya da görüş paylaşmak da çok iyidir, böylece diyalogdan da bir şeyler öğrenebilirsiniz. Kendi başınıza sindirebileceğiniz belli bir miktar var. Kesinlikle kendi başınıza özgün bir kişilik oluşturabilirsiniz, ancak diyalog aracılığıyla büyüyebilirsiniz. Kendini diğer insanlarla konuşmaya, tartışmaya, açmak çok sağlıklı. Benim durumumda, 30 yıldır bu işi yaptığım için, röportajlarımdan çok şey öğrendim. Kendimi soyut fikirleri karşımdaki kişiye ifade etmek zorunda kalmış bir halde buluyorum. Bu kendim için de bazı şeyleri netleştirebiliyor. Diyalogların ömrü kısa sürse de, etkileri oldukça güçlü olabiliyor.

Eserlerini paylaşan bir sanatçı olarak, mahremiyet kavramı hayatınızda nasıl bir noktaya sahip? 

Hüseyin Çağlayan:Oldukça kişiselim, ama bir o kadar da sosyalim. Eğer kişisel hayatınız size özel değilse, başınız belada demektir. Böyle bir hayat istemiyorum. Sanırım beni sosyal medyadan uzaklaştıran neden de bu. Bazen bunu “sosyal pornografi” olarak görüyorum çünkü hayatımızın kişisel tarafını sürekli ifşa ediyoruz. Özünde, nasıl kullandığımızla ilgili, değil mi? Ateş gibi, ya bir odayı aydınlatabilirsiniz ya da yakıp kül edersiniz. Sosyal medyayı yaratıcı bir şekilde kullanmaya çalışıyorum ama aslında işlerimi üretmek ile çok daha fazla meşgulüm. Enerjimin çoğunu bu kullanıyor.

Kazanmak sizin için ne ifade ediyor? Kazandığınızı hissettiğiniz durumlarda nasıl bir duygu durumunda oluyorsunuz?

Hüseyin Çağlayan: Bunun ne olduğunu tam olarak bilmiyorum. Bazen kazanmak bir an değil, ağır çekimde olabilir. “Kazanmak” sonlu olması gerekmeyen bir durum için fazlasıyla kesin, sonlu bir ifade. 

Kendimi kazanmaktan daha çok tatminle ilişkilendiriyorum, bu bakımdan benim için tatmin bir projede sınırlarımı zorladığımı hissettiğimde ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, sanırım kazanmış oluyorum. Ancak, hiç “kazandığımı” hissetmedim. Her zaman elimden gelenin en iyisini ortaya koyduğumu hissettim, ve en azından diğer insanlara ilham olabildiğimi düşünüyorum, en başta kendime ilham olduğum gibi. Benim için “Oh, kazandım mı? ” sorusundan ziyade tatminkar olabildiğim duygularla alakalı bu durum.

“Bizim rolümüz dünyaya bakmanın yeni yollarını yaratmak olmalı. Yeni dürtüler yaratıyoruz ve tüm dünyaya katkıda bulunduğumuzu düşünmek istiyorum. Sadece sanatla ilgilenen kişilere değil.”

-Hüseyin Çağlayan

Hangi durumları “kazanma” hali olarak tanımlarsınız?

Hüseyin Çağlayan: Benim için kazanmak daha geniş bir zamana yayılan bir kavram. Tek bir an değil, piyangoyu kazanmak gibi değil. Yayılmış bir duygu, bir süreç. Mesela, geçen yıl iyi bir yıldı diyebilmem için birçok tecrübe üzerinden konuşmam gerekir, tek bir olay üzerine değil. Bu tatmin duygusunun doyurucu bir zaman dilimine yayılması, bu soruya verebileceğim en yakın cevap.

İstikrar ve denge benim için çok önemli. İş, özel hayat, sağlık ve her konuda istikrarlı hissetmek. Arada küçük düşüşler olsa da  istikrar düzenli bir şekilde kalmalı .

Central Saint Martins (CSM) birçok değerli sanatçıya ev sahipliği yaptı, siz bu mirası nasıl taşıyorsunuz? Kendinizi tanımlama yolculuğunuzda CSM’nin yeri neydi?

Hüseyin Çağlayan: CSM ile ilgili söylenmesi gereken çok önemli bir şey; CSM’in aslında, modanın bir bölüm olarak bulunduğu bir sanat okulu olduğu. Bu diğer birçok kurum ile arasındaki en büyük fark, çünkü bu şekilde diğer birçok departmanla etkileşime girebiliyorsunuz. Benim için de aynen böyleydi. Sanat departmanlarıyla ciddi bir etkileşim içindeydim. Bu bölümlerden birçok arkadaşım vardı, mezuniyet defilemde modellik de yaptılar. Üniversitede onların stüdyolarını ziyarete giderdim, onlar da benimkini ziyarete gelirdi. En önemlisi buydu.

O zamanlar Soho’daydı, biraz Berlin’i de andırıyordu diyebilirim; hoyrat, son derece cinsel ve köhne bir yerdi. Tam anlamıyla eski bir sanat okuluydu. Eski ahşap döşemeler, duvarların her yerinde boyalar, tam bir karmaşa, ama güzel bir karmaşa. Hepimiz oldukça fakirdik ve bu nedenle çalışmalarımızı sürdürebilmek için pek çok çözüm bulmamız gerekiyordu. Benim için öğrencilerin yoksul kalmaları önemli; bu sayede çözüm üretebiliyorlar. Öğrencilerin, müşteri gibi hissettirmesi düşüncesinden hoşlanmıyorum. Aynı zamanda Berlin’de de öğretmenlik yaptığım için – yaklaşık on yıldır Berlin’de profesörüm – müşteri gibi hareket eden öğrenciler görebiliyorsunuz, bizim yıllarımızda biz kesinlikle müşteri değil öğrenciydik. Sürekli çözümler bulmak zorundaydık, bu da yaratıcılığımızı geliştirdi çünkü daima sınırların dışında düşünmemiz gerekiyordu.

Interview by Tunga Yankı Tan

Photography by Zeynep Özkanca

From Based Istanbul N°43 – The Winners Club Issue. “For us, winning is deciding to embark on a journey. Ask yourself aloud: If this is a race, who else but me can make the rules? Welcome to the winners club!” Buy your copy now!

Author: Based Istanbul

RELATED POSTS