Cem Yılma: O zaman başlayalım biz anlatmaya?
Tema gece değil mi?
Sen en son kaçta yattın?
ozan Güven: Dün ben iki buçukta uyudum.
Cem: Buna erken denebilir. Gece diyince benim aklıma şu geldi; hani bir gece hayatı diye bir şey var ya!
Ozan: Hmmm?
Cem: Aslında gece hayatı denince ilk şey geliyor akla… Eğlence.
Ozan: Benim aklıma şey geliyor…
Cem: Benim de, senin de… Ama gece hayatı denince gece eğlencesi geliyor, halbuki benim aklıma o gelmiyor ki!
Ozan: Ben, beni basit bir vatandaş olarak düşün, gece hayatı denince aklıma ilk Cem Yılmaz geliyor.
Cem: Neden yaa!!!!
Ozan: Öyle görüyoruz sizi, gece hayatının tadını çıkaran…
Cem: Ya git ordan!
Ozan: …gezen insan olarak görüyorlar. Muhtemelen beni de öyle görüyorlar.
Cem: İşte onu diyorum, gece denince yalnızca “gezinen” imaji var. Halbuki, ben geceyi nasıl hatırlıyorum; Almanya’da akrabası olanlar için şöyle bir şey vardır: Bizimkiler, herhalde o zaman uçak daha mı hesaplıydı neydi, gece 4’te gelirlerdi eve.
Ozan: Ahhh! 5’te bavul açma…
Cem: 70’lerin ortasına kadar benim geceye dair ilk hatırladığım bu. Gece 3 – 4’e kadar ayakta kalmana izin veriyorlardı teyzenler gelecek diye. Bir de Ramazan var tabi… Hani gece sahura kalkılır falan… Ama benim, taaaa ne kadar diyim sana, 12 – 13 yaşında hatırladığım… Kaçta yatıyorsun mesela çocuk olarak? 9? 10?
Ozan: Benim çocuğum var, 10’da yatıyor.
Cem: En fazla 10’da yatıyorduk ama evde diyelim ki bir misafir var ve babamlar 8’de oturdukları sofrada devam ediyor… Öyle bazı gecelerde 1’i, 2’yi görebiliyordun, o benim çok ilgimi çekiyordu.
Ozan: Ertesi gün mahallede “Ben 3’te yattım”lar…
Cem: Bir de 2’den sonra da bir hayat var. Ayakta kalmana izin verilmeyen, merak ettiğin bir blok. Benim mesela ilk öyle başlamıştır geceye merakım. Şu saatte ben niye yokum ortada?
Ozan: Pazar sineması vardı. Ben, 16 yaşına kadar bütün filmleri hep yarım seyrettim.
Cem: 16 yaşına kadar mı?
Ozan: E çünkü Pazar sinemasına kalmama izin verilmiyordu, hep böyle salonun bir yerinde…
Cem: Sen ne anlatıyorsun? Ben 15 yaşında oda servisinde çalışıyordum Çınar Otel’de, saat zaten 12’de başlıyordu mesai.
Ozan: Hadi be! İşte o yüzden gece hayatı senden sorulur!
Galiba ben gece yaşamayı seviyorum.
Cem: Ben de!
Ozan: Gündüz çok gereksiz.
Cem: Gündüz bana da fuzuli geliyor.
Ozan: Akşam saat 7’de başlayalım çalışmaya, sabaha kadar çalışalım, ya da 4’te başlayalım…
Cem: Bak ben sana bir şey anlatayım, hani önceden anlattığım var ya… 88’de, 15 yaşındayım. Saat 11’de evden çıkıp gece, işe giderdim. 12’de mesai başlardı, 12’den 8’e…
Ozan: 15 yaşındasın? E ilk manitan ne zaman oldu?
Cem: Nasıl yani?
Ozan: Manitacılık ne zaman başladı?
Cem: 3 yaşından beri! Herhalde 3 yaşından beri… Onu geç canım onunla ne alakası var! Gece hayatı deyince aklına niye hemen manita geliyor?
Ozan: İnsanların akıllarına o geliyor ya… Öyle zannediyorlar ya gece hayatı denince…
Cem: Şey gibi geliyordu bana gece… Hani nasıl suyun altında nefes alamıyorsun ama tesisat takınca alıyorsun, başka dünya yani… Ve gece başka bir hayat var; daha sessiz, daha gizemli şeyler oluyor…
Ozan: Gece çalan telefon falan…
Cem: Heh gece çalan telefon! Sokaktan gelen sese pencereden bakma…
Ozan: Gece bir de eve gelme vardı! Mesela annemin akrabaları arasında bekar olan bir hala oğlu vardı, Zafer abi! Onu da analım burada… Gece 3 / 4’te gelirdi arkadaşlarından, bir yerden… Bir de benim anneannem gece yaşamayı severdi.
Cem: İhtiyarlar daha az uyur diye bir şey var ya! Sen bilirsin onu…
Ozan: Anneannemin arkadaşı gelirdi işte, ve 51 oynarlardı. Ben mesela 10’da yatıyordum, sabah okula gitmek için 6’da kalkıyordum, hala 51 oynuyorlardı… Okuldan geri gelince “Ders yapacağım.” derdim, “Bırak dersi, 51 oynuyoruz.” derdi anneannem de.
Ozan: Ya ben tek çocuktum, o yüzden ancak yeğenlerle beraber bir odada kalırsak onun makarası olurdu. Hatta şey vardı “Hadi uyuyun artık” denip sonra fısır fısır konuşmalar…
Cem: Tabi canım, anne/baba seni saat 9’da yatak odasına gönderir ama 9’da uyunmaz ki… Ben de abimle aynı odada kalıyordum. Bizim odada bilgisayar falan vardı, gece ses çıkarmadan oyun oynardık.
Ozan: Ya tek çocuk olmanın çok saçma bir şeyi var, her şeyi tek başına yapıyorsun…
Cem: Tek olduğunda yetişkinlerle daha çok vakit geçiriyorsun ama.
Ozan: Benim bütün muhatabım yetişkinlerdi; odamda giyinirdim, yetişkinlere gidip salonda daha uzun oturma şirinliği yapardım, izin alırdım.
Cem: Kostümle gelmeler…
Ozan: Heh! Bir şey giyip öyle gelme…. Kadın, erkek, kapıcı kılığında gelme…
Ama ben küçükken çok salaktım, en zor oyunları seçiyordum; kovboyculuk oynarken buradan ateş edip orada gidip ölüyordum.
Ozan: Çocukken şöyle bir olay var ya; 8’den sonra hayat biter.
Cem: Bir de şöylesi var; gece demek dışarıda gezmek, eğlenmek demek! Halbuki gece vakti baya rutin işler var, zorlu işler… 24 saat çalışılan meslekler de var… Ben ilk onu o otelde keşfettiğim zaman dedim, bu saatlerin adamıyım diye. E dergi! Dergici de o saatlerin adamı.
Ozan: Heh onu söyleyecektim; dergi de sabaha yakın çıkan bir şey.
Cem: Dergideki o çocukların hepsi zaten biyolojik olarak o saatlerde ayakta olan, kafası o saatlerde belki çalışan insanlar. Ama bir de geleneği var işin tabi. Hep öyle çalışılmış; matbaaya gidilecek, iki gün önceden çalışılıyor; halbuki 1 haftan var! Yap daha önceden, ver de… Gelenek olarak o kadar adam en az bir geceyi bir arada geçirdiğinde bir şeyler çıkıyor ortaya…
Ozan: Ben şunu küçüklükten beri düşünüyordum; gece seyredilen filmin tadı bambaşka, gece dinlenen müziğin tadı bambaşka, gece edilen muhabbetin keyfi başka… Gündüz bana bir şey göster mesela, meh…
Cem: Çoğu insan gece ayakta kalmak için mücadele ediyor, bizim işte çocukluktan beri geceye olan eğilimimiz, gece ayakta kalmayı gerektirecek şeyler yapmış olmamız…
Ozan: Daha maceralı değil mi gece aslında? Yani evde çocuk da olsan, yetişkin de olsan… Gündüz çok aydınlık her şey.
Cem: Ben 95’ten 98’e kadar gündüz görmedim, net… Dergiden sonra, sahne zamanı. Sabah yatıyordum 6’da falan, ertesi gün 5’te 6’da 7’de, hava kararmaya yakın kalkıyordum…
Ozan: Benim de öyle yazı yazma dönemlerim var…
Cem: …ama şöyle bir şey, ben çıkıp 2 saat konuşacağım; gündüz bütün gün iş güç yapacak olsam, gece sahnede konuşmaya enerjim kalmaz ki… Şimdi o kadar değil ama, yine de sahneye çıktığım zaman gündüz olabildiğince geç kalkmaya çalışıyorum.
Ozan: Ben ona çok şaşırmıştım, ilk defa görmüştüm. Gösteriye çıkacaktın, ben de geliyorum ya da kulisten mi izleyeceğim… Öyle bir şey! “Cem nerede?” diyorum, “Uyuyor.” diyorlar. Sahnede gösterin varsa, 8’e beş kala kalkıp, afyonun sahnede mi patlıyor?
Cem: Benim ikinci perdede uyandığım çok olmuştur! Ama bak mesela hiç işe geç kalmadım. Belki de şans yardım etmiştir ama…
Ozan: Bana çok şans yardım etti…
Cem: Bu kadar uykuyu severim, hiç…
Ozan: Ama uyandırılmakla ilgili bir problemimiz var…
Cem: Yani başka dünyadan insanlarla iş yapıyorsak… Adam mesela diyor ki 9’a bir toplantı koyduk. E 9’da toplantıya gitmek için benim uyumamam lazım! Ben 9’da nasıl toplantıya gideyim? Onun için uyumadan gidiyorum…
Cem: Peki, sana başka bir soru. Hiç uyumadan ne kadar durdun en uzun?
Ozan: Çalışırken rekorumuz G.O.R.A.’da var, özel hayatımda üç gün. Perşembe, Cuma, Cumartesi, Pazardı… Pazar günü 12’de yattım…
Cem: İyi ki yatmışsın, yoksa oradan sonra iş bitiyor; uyumamaya başlıyorsun.
Ozan: …sonra iki gün uyudum.
Cem: Valla ben en fazla 19 saat uyudum hayatımda.
Ozan: G.O.R.A.’da, 48 saati devirmiştik. Herkesin bayılıp serum aldığı zaman; herkesin yanında serumu duruyordu. Hatırlıyor musun?
Cem: Meşhur bir tane sahne vardır, benim en uzun kaldığım ve 50 saati geçtiğim; İngilizler gelip benim dükkandan halı alıyorlardı hani.
Ozan: Antalya’da Kaleiçi’nde.
Cem: Onu 40. saatten sonra çekmeye başlamıştık; bir gün önceden beri çalışıyorduk, İngiltere’den bir oyuncu geldiği için çekmemiz gerekiyordu. Gittik, çektik. Ben o sahnede ufak ufak halüsinasyonlar görmeye başlamıştım.
En uzun çektiğimiz sahne de A.R.O.G.’daki futbol sahnesiydi!
Ozan: Çok uzun sürmüştü ya!
Cem: 1 hafta… Çok zor bir yerdi, bir de çok kalabalıktık, bir de yaz olduğu için gece kısa, 9’da hava kararıyor, az az çekebiliyorsun.
Ozan: Bir de çok uzun süren zamanlar şeyde oluyor; Cem’in kendi için çok uzun bir monolog yazdığı zaman.
Cem: Allah Allah, ben böyle şey duymadım ya!
Ozan: Nasıl? Olmadı olabilir mi canım böyle bir şey? Yahşi Batı’da bir araba laf vardı sende…
Cem: Benim şansızlığım ne biliyor musun? Birisi bize kamera arkasından dese ki sağa dön, sola dön, şunu de, buraya bak falan, tamam… Benim durumum bazen şu oluyor; kendi yönettiğim ve beraber oynadığımız filmlerde, ben filmin karakterinin kostümünde oluyorum ve aynı sahnedeyken insanlara öyle yap böyle yap diyorum. E ben şimdi karakterin kostümünde olunca da beni ciddiye almıyorlar! Atıyorum A.R.O.G’u çekiyoruz, üstümde kürk var, Arif’im o noktada, “Ya demek öyle” (Arif’in sesiyle veriyor bu cümleyi) dedikten sonra “Evet arkadaşlar bir daha alıyoruz” diyorum falan. Simdi bu adamı kim dinler…
Ozan: Benim mesela çalışırken en ciddiye aldığım yönetmenlerden birisi Cem Yılmaz…
Ozan: Bir kere şöyle bir şey olmuştu; Zafer Abi, (Zafer Alagöz) Özkan Abi, (Özkan Uğur) ben, bir de Cem var sahnede. Cem de gerçekten kendi için uzun bir şey yazmış ve yazdığına pişman olmuş. Çünkü 1., 2., 3. take derken bir yere geliyor ve hep sonunda…
Cem: Ama hepiniz benim çocuğum gibisiniz, ben hepinizi iyileştirmek için kendimi unutmuşum…
Ozan: Nası? Sen kendi g*tünü kurtarmak için…
Cem: Hayır kardeşim ben baktım ki hepiniz iyisiniz, o sırada bir baktım ki ben henüz hazır değilim. N’apayım?
Ozan: Çok uzun laflar hakkaten, biz de dua ediyoruz olsun diye…
Cem: Bir paragraf lafım var, üçü de gözümün içine bakıyor ve artık 3. denemeden sonra da nasıl olsa yapamıyor diye güldürmeye çalışıyorlar beni. Nasıl olsa gelip gelip bir yerde patlayacağım diye… En sonunda yaptım, Ozan da benimle alay etmek için bir açık yakalamış, bana “Siz büyük bir beyinsiz Arif” diyip başımdan öptü, aslında demek istediği: “Ulan, Cem! Sonunda becerdin.”
Ozan: “Cem” deseydim baştan yapmamız gerekecekti…
Cem: Birisi bana öyle dedi bir kere. Doritos reklamı çekiyoruz, ambulansta bir flashback sahnesi var, “Ölme, ölemezsin” falan, yanda doktor rolündeki oyuncu arkadaş “Telaş yapmayın Cem Bey, yapmayın Cem Bey! Cem Bey! Cem Bey!” dedi. “Ben Cem degilim ki…?” dedim.
Ozan: “Cem Bey olsam bu kadar yakından göremezsin!”
[Kahkaha Krizi]
Ozan: “Ambulansta yoksa seninle ne isim var!”
Cem: Ne Cem Bey’i ya! Ben Cem Bey değilim ki!
*Bu insanlar neden oyuncu oldu? İşin hangi kısmı birini set döneminde saatlerce uykusuz bırakırken, özel hayatı askıya aldırırken, evden uzaklaştırırken, aynı zamanda da mutlu ediyor?
Ozan: Bob Marley’e sormuşlar… “Paran var mı? Zengin misin?” Falan… Adam sonunda şöyle demiş: “Hayatımı yaşamam benim zenginliğim.” Para nedir ki, harcanınca bitiyor.
Cem: Bizim yaptığımız işlerde şöyle bir şey var, işlerin kendileri ekonomik olarak çok irtibatsız. Sanatla uğraşıp para kazanma meselesi yalnızca uğraşılıp sonrasında hemen kazanılmadığı için… Uğraşıp, başarılı olup kazanıyorsun. Şey gibi, oyunculukta para var mı sorusunun cevabı: Hayır, oyunculukta para yok. Bazı işlerde para var.
Ozan: Bir de o soruyu soranın amacı ne? Oyunculukta para varsa girecek misin? Borsa mı bu?
Cem: Oyunculukta para var mı sorusu zaten yanlış bir soru da, şey gibi bu, sinemada para var mı abi? Bu sorunun cevabı belli bir kalabalığa göre yok; atıyorum 80’lerde sorsan yok, ama kime sorduğuna göre değişiyor… İşin ruhuyla ilgili olan bir konu değil. Biz çocukken bu işlere merak sardığımızda, tam demin senin dediğin örneğe dönüyorum, içeride kılık değiştirip salona gelince, bu işin sonunda para var mı diye nasıl düşünmüyorsan, şimdi de öyle düşünmüyoruz. Benim Davaro filmini evde canlandırmak için aksesuarlarım vardı; baston, şalvar, kuşak, tabanca, bilmem ne… Kaç para alıyordum ki bunun için?
Ozan: Biz bu işe beğenilme isteğiyle mi başladık? Böyle söyleyince çok kaba oluyor ama…
Cem: Yok be abi, işi sevmekle ilgili… Benim şöyle bir tane esprim vardı. “Bedavaya yapabilsem gösterileri, ben de bedavaya yaparım ama sektör el vermiyor!” Yani tüm sistemi değiştirmemiz gerekiyor. İlkel kabileye dönsek, ben de bedavaya yaparım. Yani ayın 25’inde KDV olmasa, kira ödemesen, ne bileyim bakkaldan ekmek aldığın zaman bir tatlı söz yetiyor olsa… Ben de seve seve bedavaya yaparım.
*Bir gün bir jimnastikçi ve bir mit kahramanı bir arada otururken…
Cem: Biz, oyunculuk sırasında bir bütüne hizmet ediyoruz. Eğer yönetmen o ambiyansı kurmamışsa, filmin o sahneye kadar gelen bölümünde bir problem yoksa, o odanın verdiği resim, o kasvet, onun altındaki müzik o duyguları vermiyorsa, ben sabaha kadar oynasam da o sahne o duyguyu vermez…
Ozan: Bu işe kendini vermiş bazı insanlar şunu tercih ediyor olabilir; ben kötü bir filmin iyi bir oyuncusu olabilirim, ben kendimi kurtardım olabilir bu…
Cem: Hmmm, doğru.
Ozan: … ama bu işin bütününe bakan için; ben kötü bir filmin iyi bir oyuncusu olmak istemiyorum, ben iyi bir işin ortalama oyuncusu olmaya razıyım. Tercih edilecekse bir şey, onu tercih ederim.
Cem: İş şurada başlamıyor mu abi: “Bu kişi doğru bir “cast” mı?” Yoksa “hünerli bir çocuk” dediğin, beraberindeki soruyu götürmüyor mu: “Neyde hünerli?” Yani jimnastikçi adamın hayatı çekilirken ben oynuyorum… E ben neyi oynuyorum abi?
Ozan: Bak “doğru” cast denilince yanlış anlaşılıyor – sanki sen onu yapamıyormuşsun da tercih edilmemişsin diye.
Cem: Audition olayı da o… “Aaa ben ne kadar yetenekli bir insanım beni neden audition’a çağırıyorsunuz?”
Ozan: Geçen gün bir senaryo okudum. “Adam saçlarını arkaya atar, çıplaktır banyoda, kanatları çıkmıştır…” E o ben değilim!
Cem: Belki bilgisayarla kanatları takacaklar?
Ozan: E bilgisayarla herhangi birine kanat taksalar da olur o zaman yani! Bana niye takıyorsunuz!?
Cem: O zaman bence sen onlara bir cevap ver. “Artık benim de kendi kanatlarım var…!”
Ozan: O zaman da laubali oluyor… [Kahkahalar Arasında]
Cem: Artık kendi kanatlarımla uçmak istiyorum dersin…
*Kalabalık bir yemek masasından Robyn Hood’a uzanan bir yol bu…
Cem: Beklentisiz insanlarla daha mutlu oluyoruz tabi. Birsiyle ilk defa tanıştığımda, “Hiç tahmin ettiğim biri gibi değilmiş” demek beni çok üzüyor açıkçası, bu benim kendi ayıbım oluyor; belli ki bir ön yargım var. Dolayısıyla bizim için de öyle. Ön yargının olumlusu da pek iyi değil, yine doğal olmayan bir ilişkiye götürüyor işleri.
Ozan: Mesela atıyorum Instagram’a bir fotoğraf koyuyorsun, kalabalık bir masa. “Ulan o masada olsam sabaha kadar muhabbet ederiz” diyen birisi, 10 dakika sonra gelip “Ya bir taksi çağırsanıza” duygusuna girebiliyor orada, ama o bizimle ilgili bir şey değil, onunla ilgili bir şey aslında. Yani o ne hayal ediyor ve ne düşünüyor ben kendi adıma bilmiyorum ki…
Cem: Benim en sinir olduğum şey röportaj olmadığı halde gerçek bir tanışma diyaloğunu bir röportaja dönüştüren insan. “Eee, daha daha n’apıyorsun?” dermiş gibi…“Var mı ileride bir film?” diyen. Ne alakası var şimdi çay içiyoruz, ben sana neden yeni projelerimi anlatıyım ki?
Ozan: Şey gibi mesela, “Bu dergiyi çıkartmasaydınız ne iş yapardınız?” Bu hiç samimi bir şey değil ki!
Cem: Aynen! Biz dakikaları, anları, saatleri yaşamak istiyoruz, adam bana diyor ki “Önümüzdeki sene film var mı?” Nereden bileyim ben? Bir de neden bu soruya hazırlanıp cevap vereyim ki günlük hayatımda?
Ozan: Ya da iki profesör karşılaştıkları zaman birbirlerine Pi’yi sen kaçtan alıyorsun diye sormuyor ki!
Cem: Ama insan kendini alıkoyamıyor tabi… Bizim de etrafımızda hayranlıkla takip ettiğimiz çok insan var, bazen biz de kendimizi alıkoyamıyoruz…
Bizim filmimizi izleyip bizimle aynı duyguda olanlarla biz birçok ortak nokta paylaşıyoruz. Dolayısıyla bizim işimizden bahsetmesi bizi rahatsız etmez ama, daha arkadaşça bir tonla bahsetmesi gerek… Bir de bazı sohbetlerde devamlı edilgen bir hale geliyorsun. Devamlı sen izahat vermek zorundaymışsın gibi… “Az biraz da sen kendinden bahset.” deme noktasına geliyor insan. “Ozan’cığım bir gün seninle beraber oturalım da senden bahsedelim…”
Ozan: Zafer Abi’nin öyle bir anekdotu var, “Hadi akşam toplanalım da birbirimizi methedelim.” Onun üzerine yürümüyor ki ilişki… Biz uzun zamandır arkadaşız ama benim arkadaş olmamda Cem’in adı, soyadı dışında bir sürü şey var…
Cem: Geçinemediğin adamla isterse Justin Timberlake olsun, ne fark eder ki…
Ozan: Benim birinci sebeplerimden bir tanesi; işini iyi yapan insana ben çok başka bir saygı duyuyorum. Dürüst olacaksın, çalışkan olacaksın ve samimi olacaksın. Bunu yapan her kimse ona zaten hastayım.
Cem: Mesleği oyunculuk olmayan insanlar var mesela bu özelliğe sahip, onların da hayatları ve muhabbetleri tatlı oluyor.
Ozan: Zaten bazı kişinin kendini var etme biçimi karakteriyle olmuyor, yaptığı işe bağlı oluyor. O yüzden yaptığı işten başka bir yerden beslenmesine gerek kalmıyor. Yani o zaman arkadaşlarıyla da oraya dönük bir muhabbeti oluyor. Hani evet, işini iyi yapan bir hırsıza da saygı duyabilirsin ama o da Robyn Hood oluyor, roman kahramanı oluyor.
Cem: Ben Robyn Hood’u bir porno yıldızı zannediyordum biliyor musun? Zenginden alıp fakire verdiği için.