Suela J. Cennet’in sanatla bağı çocukken annesiyle gezdiği müzelerle başlar. Fransa’daki öğrencilik yıllarıyla bu bağ daha güçlü bir hal alır. Cennet köklerine yani İstanbul’a döner ve Balat’ta The Pill’in kapılarını açar. Genç koleksiyoner Suela J. Cennet, sanata ilişkin edebi tutkusunu ve sahip olduğu eserleri anlattı.
Sanat ile ilk etkileşiminizi hatırlıyor musunuz? Neydi o büyülü dünyada sizi içine çeken?
Bütün olarak düşündüğümde o anı tam olarak adlandıramıyorum ya da hatırlayamıyorum. Ama çocukken annemden beni her hafta müzeye götürmesini istediğimi hatırlıyorum. Genellikle uzun süre resimlerin önünde oturup oradan ayrılmak istemezdim. Orada çok gizemli bir şey vardı. Çok çekiciydi ve yıllar geçtikçe bu his de büyümeye devam etti. Bilgim ve anlayışım da giderek gelişti. Sanatın hayatımın merkezinde olacağını hissettim ama ne kadar önemli olacağını hayal etmedim.
Fransa-Türkiye hattında geçen bir hayatınız var. Bu sanat ile aranızda nasıl bir bağ yaratıyor?
Şanslıyım ki birbirinden farklı ama birbirini tamamlayan bu iki şehirde yaşıyorum. Bu iki ülkenin vizyonumu güçlendirdiğine ve yaratıcılığımı beslediğine inanıyorum. Bir taraf galeri programındaki Fransız dokunuşunu takdir ederken, diğer taraf da kesinlikle Türk geçmişimden etkileniyor. Sanıyorum her iki yerin de en iyi yanlarını almayı başardım. Her iki şehir, kendi jenerasyonumun tarihsel izlenimin yanı sıra kişisel geçmişimin noktalarını da birleştirmeme izin veriyor. Bu nedenle galerimiz tasarlanırken, sadece Fransa ve Türkiye arasında bir köprü oluşturmayı amaçlamadık. Bu bölge ve sınır kavramlarını sorgulamayı amaçlayan bir mobil proje yarattık.
Hangi sanat akımı her zaman size cazip gelmiştir?
Sadece galerinin programına bakarak bunu söylemek mümkün değil ama Amerikan kavramsal minimalizminin büyük bir hayranıyım.
Hep İstanbul’da galerimi açacağımı biliyordum.
Bu işin meraktan öte işe dönüştüğü anı nasıl oldu? Genç kuşak bir galerici olarak The Pill’i kurmak cesur bir adım mıydı sizin için?
Aslında The Pill’in ortaya çıkışı çok doğal bir şekilde oldu. Paris’te siyaset bilimleri ve felsefe okurken üniversitenin Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki sanat tarihi derslerine girmeye başladım. Derslerde beni Eva Nielsen, Raphael Barontini, Mireille Blanc ile tanıştıran Philippe Cognée ile tanıştım. İsimlerini sıraladığım sanatçılar onun öğrencisiydi. Akademide çok zaman geçirmeye başladım, diğer sanatçılarla arkadaşlık kurdum, onlar için isimsiz yazılar yazmaya, alternatif işlerde küçük sergiler ya da sanatçıların yönettiği mekânlarda küratörlük yapmaya başladım. Hayatımın çok coşkulu bir dönemiydi. Bana genç yaşta güvenip galerisinde büyük bir fırsat veren Daniel Templon tarafından fark edilebildiğim için çok şanslıydım. Zaten İstanbul’da kendi galerimi açmak istediğimi biliyordum. Bu yüzden İstanbul’a taşındım ve bir yerden başlamaya karar verdim. Bu kesinlikle cesur bir hareketti çünkü o sıralar İstanbul’da büyük galeriler kapanıyordu. Bu yüzden insanlar burada hayatta kalmamın imkansız olacağını düşünüyordu. Birkaç günlüğüne şehre ziyaretime gelen galerici Thaddeus Ropac, bana çok samimi bir tavsiye verdi ve devam etmem için beni cesaretlendirdi. Sonraki hafta Balat’ta galerim için yer buldum.
Koleksiyonerlik merakınız nasıl başladı? İlk kendi adınıza satın aldığınız eser kimindi ve neydi?
Kitaplar, arkeolojik eserler, seramikler, tasarımlar, koleksiyon takıları ve tabii ki sanat… Onunla savaşmak yerine nesnelere olan tutkumu benimsemeye karar verdim. Bu yüzden ilk sanat eserim 10 yıldır hayatımı paylaştığım Fransız ressam Philippe Cognée tarafından yapılan portre.
Koleksiyonunuzda kaç eser yer alıyor? Hangi isimler var?
Bilmiyorum. Carl Andre’den Neil Beloufa’ya, Marion Verboom’dan Bill Viola’ya, Brent Wadden’den Apolonia Sokol’a, Eva Nielsen’den Fikret Mualla’ya kadar oldukça çeşitli…
Sergisini yaptığım sanatçıların eserlerine sahibim.
Galerinizde çalışacağınız sanatçıların izini nasıl sürersiniz? Hangi galeriler, fuarları mutlaka takip edersiniz?
Bu soruyu sınırlı bir çerçevede cevaplamak oldukça zor ama özetlemek gerekirse, hem biçimsel hem de kavramsal olarak zamanımızın en ilginç seslerini sergilemekle ilgiliyim. En sevdiğim fuar Meksika’daki Material Art Fair. Mesela Material gibi yenilikçi ve büyük fuarları tercih etmeme rağmen Art Basel’i hiç özlemiyorum. Her zaman takip ettiğim galeriler ise David Zwirner, Kurimanzutto, Mendes Wood DM, Clearing, Marianne Goodmann, Paula Cooper, Levy Gorvy, David Kordansky…
Sanat son dönemde sizin için ne ifade ediyor?
Hayatın ta kendisi. Pandeminin getirdiği sınırlamalar ve bu korku zamanlarında, sanatçı ve düşünürler sayesinde nefes alabildiğim için minnettarım.
Galerinizde sergisini yaptığınız hangi sanatçının eserlerini kendi koleksiyonunuza da kattınız?
Hemen hemen hepsi Marion Verboom, Eva Nielsen, Soufiane Ababri, Apolonia Sokol, Elsa Sahal, Mireille Blanc, Raphael Barontini, Leylâ Gediz, Deniz Gül, Ugo Schiavi.
Hangi şehirler her zaman ilhamınız olmuştur ve neden?
Meksika bana ilham veren ve her zaman canlı bir şehir. Sanırım İstanbul da benzer şekilde. Her iki yer de benim cennetim.
İlk kez sanat eseri satın alacak birine ilk öğüdünüz nedir ya da hisler midir bazen o eseri satın almayı sağlayan?
Bu, alıcının motivasyonuna bağlı. Eğer alıcı iyi bir yatırımı hedefliyorsa araştırmasını akıllıca yapmalı. Ancak bu sanat için arzusuysa, eserleri görmek için zaman ayırmalı.
Dijitalleşme sanat koleksiyonu oluşturmada fark yarattı mı?
Sanatı dijital olarak deneyimlemeyi çok sevmiyorum ve pandemi öncesi gibi fiziksel deneyime dönmek için sabırsızlanıyorum. Bilgisayar ekranında gördüğüm bir sanat eserine çekim hissedemem. Bana çok maddesel geliyor…
The Pill geleneksel mi yoksa oldukça yenilikçi bir galeri mi? Bir sonraki sergide her şey yolunda giderse nelerle karşılaşacak izleyici?
Kesinlikle yenilikçi bir galeri. İstanbul doğumlu, Chelsea College of Art mezunu olan İrem Günaydın’ın “Paraergon” kavramı üzerine yoğunlaşan kişisel sergisiyle karşılaşacaksınız. İrem Günaydın, sanatsal pratiğinde metin ve imge arasındaki ilişkiyi inceliyor. Söylemsel ve resimsel alanlar arasında dolaşım yollarını araştıran sanatçı, çalışmalarını hareketli görüntüler, nesneler ve heykelsi öğeleri bir araya getiren, yazma eylemi etrafında örgütlenen yerleştirmeler olarak açığa çıkarıyor. Sanat tarihi, edebiyat, film ve müzikten ilham alıyor, tarih yazımını minör anlatıyor ve çağdaş popüler medya unsurlarıyla birleştiriyor. Bence bu sergiyi uzun zaman konuşacağız.
Selim Bilen, sanatçıların haklarını koruyan ve bunların üzerine çalışan bir avukat. Evinin dört bir yanı ise CANAN’dan Gülsün Karamustafa’ya kadar birçok önemli sanatçının eserleriyle çevrili. Bilen, koleksiyonerliği sanatçıların yol arkadaşlığı olarak tanımlıyor…
Avukatlık yapıyorsunuz, uzmanlığınız hangi alanda?
10 yıldır fiilen severek yaptığım mesleğimi ilgi alanım olan sanat ile birleştirmek benim için çok büyük bir şans oldu. Fikir ve Sanat Eserleri Hukuku üzerine çalışıyorum, alana dair yaptığım her araştırma ve çalışma her geçen gün mesleğime katkı sağlamaya devam ediyor.
Koleksiyonerliği nasıl tanımlıyorsunuz?
Koleksiyonerlik sevdiğim bir sanatçının serüvenine ortak olmak, yolculuğunu daha yakından izleyebilmek aslında. Özellikle sanat eserine geçici süre ev sahipliği yaptığımızı unutmadan hareket etmeye çalışıyorum. Sanat eserinin diğer koleksiyonlardan en büyük farkı, her işin arkasında çarpıcı bir hikâye olması… Sanatçının emeği, ortaya çıkan iş gibi birçok unsur karşısında ben de bir sorumluluk alıyorum aslında ve bu bilinçle hareket etmeye çalışıyorum.
Sanat ile ilk etkileşiminizi hatırlıyor musunuz? Neydi o büyülü dünyada sizi içine çeken?
Sanat ile ilk etkileşimim çocukken Ankara’da başladı, ancak plastik sanatlara dair ilk algım üniversite için Ankara’dan İstanbul’a gelmemle birlikte şekillendi. Özellikle İstanbul Bienali’nin etkisini ve katkısını ben bile bir izleyici olarak çok hissettim. Merakım bir süre sonra galerilerin güncel sergilerini, İstanbul Modern’i, Arter’i, Salt’ı, Pera Müzesi’ni, SSM’yi yakından takip etmeme vesile oldu. Sorunuzdaki büyülü dünya aslında sanatçının deneyimini, söylemek istediği sözü izleyiciye açması. Biz izleyen olarak ne kadarını alıyorsak, bir şekilde o hikâyenin parçası oluyor veya başka zeminlere taşıyoruz. Böyle bir dönemde sanatın açtığı yeni alanlarla özgür olabildiğimiz bir hayal dünyası kimi büyülemez ki.
Hangi sanat akımı her zaman size cazibeli gelmiştir?
Açıkçası plastik sanat dallarına hayranlığım artıkça mesleki kaynaklardan uzaklaşabildiğim her anda sanatçı kitaplarına ya da sanat hakkında bilgi sahibi olabileceğim dokümanlara sığınmaya çalışıyorum. Sanatçı biyografisi, kavramlar, sergi katalogları gibi. Akım olarak değil ama gördüğüm her sergi başka bir bilgiyi, öneriyi paylaşıyor. Sadece güncel sergiler değil, Rembrant’ın herhangi bir eserini müzede ya da dijital bir mecrada görsem ışık ve gölge hakimiyetinin etkisi altına giriyorum. Van Gogh’un herhangi bir eserini görsem empresyonizmi mutlaka bir araştırıyorum. Akım ve kavram olarak ayıramam aslında, işin döneminden çok bana olan etkisi yeni kapılar açıyor olması.
Eser satın alırken hisler çok önemli ancak tabii ki bütçe de söz konusu
İlk satın aldığınız eser kimindi ve neydi?
İlk olarak 2015’te Pilot Galeri’de, Tufan Baltalar’ın “Stand By” isimli sergisinden küçük bir resmi almamla başladı. Hâlâ salonumda, her gün aynı mekânı paylaştığım bir iş.
Bir sanat eserinin özel koleksiyonunuzda yer bulması için hangi nitelikleri olmalıdır?
Açıkçası kendimi koleksiyoner olarak tanımlamıyorum. Zira belirttiğim gibi ben sadece sanatçının yol arkadaşı olmak istedim. Şimdiye kadar birçok sanatçı ile tanıştım ve çalıştım. Her birinin üretimi çok farklı perspektifte. Nitelikten bahsetmek benim profesyonelliğimi aşar…
Koleksiyonunuzda kaç eser yer alıyor? Hangi isimler var?
Asamadığımız birkaç iş haricinde koleksiyonumuzdaki işlerin hepsi evimizin duvarlarında ya da evimizin belirli yerlerinde. Evimiz diyorum çünkü bu işler aynı evi birlikte paylaştığım sanatçı Huo Rf’nin de kendisine hediye gelen, başka sanatçılarla barter yaptığı veya aldığı işlerle aynı duvarı paylaşıyor. Koleksiyonumuzda bulunan sanatçılar arasında Ecem Yüksel, Vardal Caniş, Eylül Ceren Ersöz, Burak Ata, Sabo, Sam Jablon, Gökçe İrten, Susumu Kamijo, Grundvold, Zeynep Beler, Yüksel Dal, Bench Allen, Gülsün Karamustafa, Anthony Miler, Çağdaş Erdoğan, Ahmet Oran, Güçlü Öztekin, Güneş Terkol, Volkan Aslan, Merve Denizci, Hera Büyüktaşçıyan, Siavash Kheirkhah, Tufan Baltalar, Peter Hristoff, Elif Kahveci, Sibel Horada, Sinem Dişli, Ece Ağırtmış, CANAN, İz Öztat, SENA, Furkan Öztekin, Arda Yalkınlar, Tolga Tarhan, Cemil Aliyev, Abdülhenan Doğan, Dan Mandelbaum, Huo Rf ve Deniz Aşık, son olarak koleksiyonumuza yeni eklenen Leman Sevda Darıcıoğlu, Kavachi, Maral Taşkırıcı’nın işleri yer alıyor.
İlk kez sanat eseri satın alacak birine ilk öğüdünüz nedir ya da sizce maddiyat mı yoksa hisler midir bazen o eseri satın almayı sağlayan?
Ben hep şunu düşünürdüm; bir galeriye girdiğinde işleri incelersin, izlersin, galeriden ayrılırsın ve eve gittiğinde “keşke o resim de benimle eve gelseydi” dersin. Sanırım ben ilk “keşke”mi Pilot Galeri’den aldığım iş ile kırdım. Hisler çok önemli ancak tabii ki bütçe de söz konusu, Gustave Caillebotte’in “The Floor Scrapers” isimli eserini gördüğümde duyduğum manevi haz inanılmaz ancak maddi açıdan onunla sürekli yan yana olmam imkansız. Ancak zamanla bütçenizi doğru değerlendirerek manevi olarak sizi yakalayan bir sanat eseri sizinle sürekli yan yana olabilir.
Koleksiyonum tamamen ruh halimi yansıtıyor.
Dijitalleşme sanat koleksiyonu oluşturmada fark yarattı mı?
Aslına bakarsanız eserleri fiziki olarak görmek, sanatçısı ile tanışmak benim için çok önemli ancak pandemi sürecinde ne yazık ki her hafta mutlaka ziyaret etmeyi sevdiğim galerileri ya da Tasarım Bienali, Base ya da Mamut gibi etkinlik ya da sergileri gezemedim. Ancak bu sene Mamut’a katılan bazı sanatçıların röpotajlarını dinleme fırsatım oldu. Kavachi ve Maral Taşkırıcı’nın çalışmaları üzerine çevirim içi konuşmaları çok ilgimi çekti. Gün içerisinde online olarak gerçekleşen her konuşmaya odaklanmak da zorlaştı artık, verimli değerlendirebildiğimiz saatlerde de yeni işlerle temas edebiliyorum. Yine de işin havasını gerçek olarak, sergilendiği mekânda solumak her zaman bambaşka.
Koleksiyonunuz tamamen sizin ruh halinizi mi yansıtıyor yoksa çok profesyonel bir alımın izlerini mi taşıyor?
Tamamen ruh halimi yansıtıyor. Özellikle Volkan Arslan’ın evimde misafir ettiğim işi minimal olmasına rağmen aynı zamanda fazla söz söylüyor. Benim hissiyatımı çok iyi karşılayan bir iş, şanslı hissediyorum.
Her eseri evinizde sergiler misiniz? Sergilenmeyen eserleriniz de var mıdır?
Bütün işleri evde asılı görmekten keyif alıyorum. Eserlerin yerlerini de pek değiştirdiğimi söyleyemem. Eve gelen her yeni iş ile saflar sıkılaşıyor, işler arasındaki mesafe fiziki olarak azalıyor. Sanırım işler eve yerleşiyorlar ve onların rahatlarını, açtıkları yerleri hiç bozmak istemiyorum.
Eser mi yoksa sanatçı mı sizin için önemlidir yoksa ikisinin birleşimidir her zaman baz aldığınız?
Benim için bu sürecin keyifli kısmı karşılıklı alışveriş. Sanatçının paylaştığı bilgiye, deneyime ve araştırmaya dahil olmak, anlamaya çalışmak, onu dinlemek. Bu kapsamda da önemli olan eserin ruhen beni besliyor olması. Birbirinden ayrı tutamam.
Son dönem Türk sanatında en çok sizi etkileyen eserler nelerdir?
Bu soruyu eser üzerinden değil, sergi olarak düşünebilirim. Pi Artworks’de 2019 yılında sergilenen İz Öztat’ın Askıda isimli sergisi özne ve iktidar ilişkisi ekseninde askıda kalma, bir şey yapamama, hareketsizlik ve hakimiyet ile ilgili duygularımı tartmama ve muhasebe etmeme neden olduğundan beni çok etkilemişti.
1984 yılında Ankara’nın en önemli sanat galerisi Siyah Beyaz kapısını araladı. Faruk Sade’nin ODTÜ’de daha mimarlık öğrencisiyken burayı tasarladı. Siyah Beyaz, Türk sanat tarihini şekillendiren birçok önemli sanatçıya ev sahipliği yapıp sanatseverin vizyonunun genişlemesini sağladı. Galerinin ikinci kuşak temsilcisi Sera Sade ise yenilikçi bir yönetici ve sanatsever… İlk eserini 6 yaşında alan Sade ile koleksiyonerliği konuştuk.
İlk sanat eserinizi hislerinizle alın.
Galeri Siyah Beyaz’ın köken olarak Türk sanat tarihi için oldukça önemli bir yeri var… Bu özel kültürü devam ettirmek zevk mi yoksa bir görev mi? Siyah Beyaz’da görevi devralmanızı sağlayan neydi?
Sırf görev olsaydı yapılabilecek bir şey olduğunu açıkçası düşünmüyorum. Çalışma saatleri aslında olmayan bir meslek ve sizin yaşam tarzınız haline gelen bir hayat. Küçüklüğümden beri, bizde sergisi olan sanatçılar geldiklerinde bizde kalırlardı. Sergi alanına beraber gidip eserleri asardık, aslında normalim ve hep gördüğüm buydu. O yüzden de görev gibi gelmedi sanırım. Sanki hep olması gereken buymuş gibi… Londra’da yüksek lisansımı tamamladıktan sonra Ankara’ya döndüm ve ailemle beraber Siyah Beyaz’da çalışmaya başladım. Bence burada asıl zor olan nokta, babamın 30 yıllık bir galeriyi teslim etmesiydi. İlk günden itibaren de bana bir gün bile karışmadı. Hatta tam tersine hep kendi hatalarımı yapmam gerektiğini söylediler. Şimdi de annemle beraber devam ediyorum. Ben İstanbul’da ofisteyim, O da Ankara’da galeride. Bunun da güzel bir denge olduğunu düşünüyorum.
İkinci kuşak bir galerici olarak Siyah Beyaz’ın geçmişinde sizi en etkileyen element ya da tarihi an nedir?
Siyah Beyaz’ın geçmişindeki anlardan ziyade genel bir duruş diyebilirim. Kurulduğu yıllarda Ankara’da sanatçıların, eleştirmenlerin, gazetecilerin, siyasetçilerin, mimarların buluşma noktası haline geliyor, babamın ODTÜ’lü olmasından da kaynaklanan bir ODTÜ kantini havası da mevcut. Bar ile galerinin aynı yerde bulunmasını çok önemli buluyorum. Belki de o en önemli bahsettiğiniz tarihi an ilk açılırken bar ve galeri olarak açılmasıdır. O da aslında Siyah Beyaz’ın kimliğini oluşturmuştur. Babam grileri olan bir adam değildi. Onun için ya bir şey siyahtı ya da beyaz. Bu da aslında bunca yıllık bozulmayan duruşunun nedenidir.
Sanat ile ilk etkileşiminizi hatırlıyor musunuz? Neydi o büyülü dünyada sizi içine çeken?
Bunun içine doğdum o yüzden ilk etkileşimimi hatırlamıyorum ama çocukluğumu düşündüğümde en sevdiğim zaman yılbaşı zamanıydı. Her yılbaşında Bihrat Mavitan ve Alev Mavitan bize gelirlerdi. Biko’nun yeleğinin cebinde hep bir defteri vardı. Sabah kimse kalkmadan kalkar masaya oturur ve hep o defterine bir şeyler çizerdi. Onun o defterleri ve kalemleri gözümün önünden gitmez. Benim de kağıt kalem sevdam sanırım onun bana armağanı.
Sizin kendi adınıza ilk satın aldığınız eser kimindi ve neydi?
Yuvadayken yine bir sergi gezmelerimizde Cemil Eren sergisine gitmiştik. Cemil Bey’in küçük balık tuvalleri vardı. Ben de aralarından birini duvardan kucaklayıp annemlere götürmüştüm. Annemlere zorla aldırmıştım, hâlâ duvarımda asılı. Galeriye başladığımda da ilk yaptığım satışla Nermin Er almıştım. Işıklı kutularından… Benim için gerçekten çok özel bir andı.
Bir sanat eserinin özel koleksiyonunuzda yer bulması için hangi nitelikleri olmalıdır?
Nitelikleri sonsuz sıralayabiliriz ama benim için en önemlisi her gün karşısında keyifle vakit geçirmek olacaktır. Evinize aldıktan sonra beraber bir hayatınız olmaya başlıyor ve o esere baktıkça bana farklı şeyler hissettirebilmesini seviyorum. Onu aldığım andaki duygularımdan, sanatçıyla olan ilişkime kadar beni etkiliyor. İşlerini ne kadar sevsem de sevmediğim birinin eserine her gün bakmak isteyeceğimi düşünmüyorum.
Galeriniz için sanatçıları benzer kriterlere göre seçiyor musunuz yoksa tamamen farklı disiplinlerde mi olmasını sağlıyorsunuz?
Galeride kurulduğumuz yıldan beri çalıştığımız sanatçılarımız var. Beraber 36 yılı tamamladıklarımız. Benim ikinci jenerasyon olarak başa geçmemle de annemlerin yaptığı gibi ben de kendi jenerasyonumla büyümeyi seçtim. Böylece galerinin sanatçı listesine bakarsanız aslında orada da iki jenerasyon söz konusu. Bu iki jenerasyonun bir arada olmasını çok önemli buluyorum, birbirlerini beslediklerini ve beraber daha güçlü olduklarına inanıyorum. Benzer kriterimiz sanırım öncelikle sanatçının kendisiyle kurduğumuz ilişki. O güven ve dostluk.
Koleksiyonunuzda kaç eser yer alıyor? Hangi isimler var?
Koleksiyonumda tam kaç eser olduğunu bilmiyorum. Çok haklısınız onu bir ara çıkartmam gerekiyor. Ama yer alan isimleri söyleyebilirim. Ardan Özmenoğlu, Bihrat Mavitan, Alev Mavitan, Robert Combas, Piotr Klemensiewicz, Bahadır Çolak, Nermin Er, Murat Morova, Gülsün Karamustafa, Halit Demirel, Erdağ Aksel, Mehmet Nazım, Ali Kotan bu isimlerden bazıları.
Galerinizde çalışacağınız sanatçıların izini nasıl sürersiniz? Hangi galeriler, fuarları mutlaka takip edersiniz?
Eskiden yurtdışındaki fuarları çok sıkı takip ederdim, ayrıca farklı ülkelerde takip ettiğim galeriler vardı. Ülkemizde özellikle mezuniyet sergilerinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda da Base’in çok önemli bir oluşum olduğu inancındayım. Fakat son dönemde galerinin sanatçı listesine yeni isim eklemiyoruz. Şu anda bu zor durumdan geçerken beraber olduğumuz sanatçılara odaklanmanın en doğrusu olduğuna karar verdik.
Sanatçı listemizdeki sanatçıların hepsinin eserleri koleksiyonumda.
Sanat son dönemde sizin için ne ifade ediyor?
Marttan beri yaşadığımız pandemi dönemini sanatsız bir düşünsenize… Ben düşünemiyorum. Duvarlarımda yer alan eserler olmadan, müzik dinlemeden, film izlemeden… En azından bu dönemde ne kadar önemli olduğunun farkına varılacağını ümit ediyordum fakat yanılmışım. Televizyonlarda sürekli bir şeyler konuşuluyor, üstün körü paketler açıklanıyor sırf açıklanmış olmak için. Dikkat ettiyseniz sanatçıların adı bir kere dahi geçmedi. Ressamlar, heykeltıraşlar, müzisyenler bu dönemde onların adı ağza bile alınmadı… Almanya’nın sadece sanata, sanat kurumlarına, sanatçılara verdiği desteği, önemi gördük bir de bizde olanları.
Galerinizde sergisini yaptığınız hangi sanatçının eserlerini kendi koleksiyonunuza da kattınız?
Galerimizde düzenli sergi açan sanatçı listemizde bulunan sanatçıların hepsinin eserleri kendi koleksiyonumda da mevcut.
Hangi şehirler her zaman ilhamınız olmuştur ve neden? Ankara ve İstanbul’un ruh ve akım olarak sanatsal farklılıklarını nasıl gözlemlersiniz?
Londra, Kopenhag bunlara zıt olarak Napoli gitmekten en keyif aldığım ve beni her gittiğimde ayrı ayrı besleyen şehirler. Ankara ve İstanbul arasında tabii ki bir kıyas yapmak mümkün değil. İki şehrin neredeyse her şeyi birbirinden farklı diyebilirim. En büyük fark bana göre, şehir size zaman kazandırıyor hayatınızı zorlaştırmak yerine kolaylaştırıyor. Tüketim üzerine değil daha çok üretim üzerine kurulu bir şehir olduğunu düşünüyorum. Ankara’nın hâlâ daha saf kalabildiğine inanıyorum.
Dijitalleşme sanat koleksiyonu oluşturmada fark yarattı mı?
Reddedilemeyecek bir fark olduğu açık. Almak isteyenlerin daha kolay ulaşabileceği bir hale geldiği kesin. Dünyada bunun örnekleri var ama pandemi ile birlikte özellikle Kolekta gibi bir yapı yeni başlamak isteyenlere çok yardımcı oluyor. İnsanların çekinmeden galeri ile mail yoluyla iletişime geçebileceği veya tüm sanatçılara ulaşılabilen bir platform çok faydalı. Ama her ne kadar dijitalleşme artsa da, satışlar online olarak ya da PDF dosyaları üzerinden yapılsa da bir sergi gezmek gibi olmadığı ya da sanatçıyla tanışıp o eser hakkında konuşmanın verdiği keyfi vermediği kesin.
İlk kez sanat eseri satın alacak birine ilk öğüdünüz nedir ya da sizce maddiyat mı yoksa hisler midir o eseri satın almayı sağlayan?
İlk kez sanat eseri alacak birinin hisleriyle yola çıkmasını önerebilirim. Elinde bir ‘check list’ gibi yer alan sanatçılardan ziyade, kendi zevki çerçevesinde bir koleksiyon oluşturmanın daha özel olduğunu düşünüyorum.