Ucuz parfümler, politik figürler, tuvalet kağıtları… Demode ve sıkıcı olan her şey onun elinde yeniden şekilleniyor ve yaptığı bütün işlerde samimiyet, oyunbazlık ve mizahın izlerini bırakıyor. O henüz kariyerinin başlarında, ama adını önümüzdeki yıllarda daha çok duyacağımıza eminiz.
Her şey altı yıl önce Londra’ya taşınmamla başladı. Ticarî bir moda tasarımcısı olarak iş teklifi alacak kadar şanslıydım; bu işi yaparken trend yönetimine dair özel bir becerim olduğunu keşfettiler. Son beş yıldır ticarî markalar ve start-up’lar için bağımsız olarak trend tahmini yapıyorum. Okulda da bunu yapıyordum ve kişisel işlerimi yaparken bir yandan yeni projeler bulmak en büyük dileğimdi.
Bu, tutkuyla bağlı olduğum bir alan ve bazen trendler üzerine çalışmayı açıklamakta zorlanıyorum. İlk adım duyularını açmak, meraklı olmak ve çevrene karşı duyarlı olmak. Mizacım gereği gözlemci bir insanım. Çocukluğumdan beri tüm yaratıcı konularda eğilimleri öğrenmeye çabalıyorum. Müzik ve görsel sanatlar dünyasına çekildim ve o alanlarda biraz “geek”im diyebilirim. Yorulmak bilmeyen bir araştırma kurduyum.
İnanların nasıl hissettiğini bilmek, markaların daha iyi görünmelerini sağlamak ve onlara daha önce duymadıkları bir hikaye anlatmak istiyorum. İhtiyaçların farkındayım ve müşteri ve piyasa davranışındaki trendleri besleyen bilgiyi takip edip bir markanın hikayesini anlatırken bir yandan da bir ürüne hayat veren detayları bir araya getiriyorum.
Bir markam yok. Şu sıralar kendimi farklı sanatsal projelere adıyorum ve kendi markamı kurmak gibi bir planım yok ama hayat ne getirir bilinmez. Ama bir gün kendime ait bir markam olursa erkekler için kişisel ürünler sunacağından eminim. Bu beni çok heyecanlandırıyor.
Çok şey değişti. Küçükken defilelerde etrafta koşuştururdum; kalite, zevk ve giysi kalıplarının çok önemli olduğu bir dünyada gerçek zanaatkarlar ve saf yaratıcı üretimin içinde büyüdüm diyebilirim. Gündelik giysiler bile en ince detayına kadar düşünülürdü. Tüm bunların Tel Aviv’de olduğuna inanmak çok güç. Orta sınıfın yüksek modaya erişiminin olduğu zamanlar bunlar. Eski tasarımcıların kıyafetleriyse devrim niteliği taşıyordu ve insanların varoluş ve kendilerini taşıyış biçimlerini değiştirdi.
Kesinlikle evet; ama içinde yaşadığımız dünya çok deli. Modanın özü yok oldu. Öylesine büyük bir şey ki nereden başlayacağımı bilemiyorum. Benim için “moda” ve “moda endüstrisi” birbirlerinden ayrı şeyler. Moda benim geçmişim ve aile mirasımken moda endüstrisi popüler kültürün yeni icadı bir makine. Bu ikisini bir arada yaşatmanın bir yolu olup olmadığını bulmaya çalışıyorum. Tüketici için çok ucuz, üretici içinse çok pahalı; asla bir denge yok. Kesinlikle etrafta çok fazla moda var.
Geçmişten etkilendiği kanısındayım. Bir marka farklı bir şey yapmak istediğinde, isminin yanına “çağdaş” kelimesini ekleyip geçiştiriyor. Bence asıl çağdaş moda, tasarımcının anlatmak istediği kişisel hikayeden beslenir ve o olmadan yaşayamayan insanlara aittir. Günümüzde son derece yetenekli çağdaş tasarımcılar olduğunu düşünüyorum.
Benim estetiğimden farklı, güçlü ve kişisel bir anlatı sunan yeni ürünlerdense zamansız parçalar yaratmayı hedefliyorum. Sahip olduğum kitleye bireysel bir deneyim sunmak için yaklaşımımda oyunbazlık, samimiyet ve mizaha yer veriyorum.
Yaratıcı sürecimdeki insanların hikâyeleri hediye alıp vermek gibi paylaşımlara dayalı. Göz ardı edilen ve dikkati hak eden insan jestlerini tanımlamayı seviyorum. Bu noktada da son derece demode olan her şey denkleme dâhil oluyor; siyasi figürler, tuvaletler, fayanslar, ucuz parfümler, hatıra eşyalar…
Her ikisi de. Tekstil benim için iletişim ve mesaj iletmenin en doğal yolu; ana dilim gibi. Taşıdığı kişisel hafızayla etkileşim kuruyorum ve ona şiirsel bir anlam katmanın yollarını arıyorum.
Sanata olan ilgim annem ve babam sayesinde çocuk yaşlarda başladı. Gençlik dönemimin sonlarına doğru özellikle çağdaş sanata ilgi duymaya başladım. Moda okurken defilelerden ve moda dergilerinden ziyade sanata daha çok çekiliyordum ve bugün ürettiğim giysilere ilham veren kendi sanatsal dilimi bulmanın yollarını aradım. Sanat ve moda tekniklerini birleştirdiğim bir stili benimsemek doğru yol gibi göründü.
En sevdiğim sanatçı Sophie Calle. Sık sık insan doğasının zayıflığına değiniyor ve işlerinde kimlik ve samimiyeti mercek altına alıyor. Dedektifleri andıran bir tarzı var; yabancıları takip ediyor ve özel hayatları araştırıyor. İşleriyle yakın bir bağ kuruyorum ve yaptığım işlere günlük hayatımdan parçalar ekleyebilmeyi seviyorum.
Jeremy Deller’ın kavramsal işlerinde folklorik fikirlere yer veriş biçimini çok beğeniyorum ve gerek sürecine gerekse ortak çalışmaya dayalı işlerine bayılıyorum.
Grayson Perry’yle alakalı her şeye hayranım. Bu adam hayatıma mutluluk, tutku ve bitmeyen bir ilham katıyor. Son birkaç yıldır kendisi hakkında öğrenebildiğim her şeyi öğrenmeye taktım. Alex Soth da listeye eklediğim isimlerden. Fotoğraflarında folklorik unsurlar kullanıyor. Yabancılarla bağ kuruyor ve her fotoğrafının bir hikayesi var. Genele baktığımda çalışma biçimlerimiz arasında bazı benzerlikler görüyorum. En sevdiğim işiyse Niagara Şelalesi’ni belgelediği serisi. Moda dünyasından gelen Walter Van Beirendonck ve Henrik Vibskov bana büyük ilham veren son dönem tasarımcı ve sanatçılardan.
Ben kumaşla çalışan bir karma medya sanatçısıyım. Ticarî ve galeri alanları arasında mekik dokuyan moda üretim ve tüketim türleri sunmak istiyorum. Kumaşların bir işlevi olmasını hedefliyorum; ister modada ister bir bayrak ya da afiş olarak bir mesaj iletmede.
İşlerimin içeriği çoğunlukla tesadüfi oluyor; merak duygum beni yüz yüze etkileşimlere götürüyor. Projelerimin çoğu bir ortamın fotoğrafını çekmemle başlıyor. Eğitimli bir fotoğrafçı değilim ama ilham bulma konusunda benim için heyecan verici ve spontane bir platform oluşturuyor. Bu görsel bağlantı yarattığım işin odağını oluşturuyor. Normalde anlatılarımı planlamıyorum; süreç içerisinde gelişiyor çoğu. Sonrasında imajdan renkleri seçiyorum ve malzemeleri kullanacağım ileri süreci planlıyorum.
Birçok açıdan Türkiye evim gibi hissettirdi. İnsanların 90’lardaymış gibi çokça sigara içmesine çok şaşırdım.
Kalbimi titreten tüm tuhaf ve güzel şeyleri topluyorum. Üzerinde şiir yazan bir peçete, yapışkanlarla kaplı küçük ve kırık bir kapı, ilk erkek arkadaşımla paylaştığım Britney Spears arkadaşlık bilekliği, bir taş ya da herhangi bir şey… İstifçi olma yolunda ilerliyordum ki Londra’ya taşınmam durumu biraz daha az vahim bir hale getirdi; yani şu an daha iyi durumdayım. Ama en sevdiğim şey yaşadığım alanda bir şeyler biriktirmek.
Zevkin karakterimizdeki yansımasını ve nesiller boyunca görünüp değişmesini çok ilginç buluyorum; özellikle en sıradan ve “çirkin” şeylerde bir anda güzelliği buluşumuzu.
Jean Genet’nin şu sözü dünya üzerinde en sevdiğim alıntıdır: “Kötü zevkte denge sağlamak en yüksek zarafetten geçer.” Üretimimde daima bu dengeli uyumu arıyorum ve “yanlış” estetik tercihler olarak tanımladığım şeyler bana büyük ilham veriyor. İnsanın zevkine karar vermesi kesinlikle kolay bir iş değil ve amacım belirli yargılarda bulunmak da değil; ama farklı zevkler fikrine odaklanmak işlerimi zenginleştiriyor. “Yüksek” ve “alçak” sanatla, gözüme takılan “reddedilmiş” malzemelerle ve bitmeyen mizah unsuruyla oynamaktan keyif alıyorum.