(IN) & OUT INDEX: PIERPAOLO PICOLLI’S BALENCIAGA
Balenciaga kadını, cool-çocuk dönemini geride bırakıp buz gibi bir hanımefendiye dönüştü. Pierpaolo Piccioli’nin çıkış koleksiyonu, geçmişe bakarak yeniden icat etmeyi seçti. İlkbahar 2026 defilesi zifiri karanlıkta açıldı; ardından belirsiz belli, bele oturmayan düz bir elbise göründü — Cristóbal’ın 1957 tarihli “sack dress”ine bir gönderme — beyaz opera eldivenleri ve iri kristal taşlarla süslenmiş devasa güneş gözlükleriyle eşleşmişti. Defile notlarında “Balenciaga’nın anlamı bir metodolojidir.” yazıyordu; yaratımı hem ideoloji hem kimlik olarak tanımlayan bir yaklaşım. Bu inanç, koleksiyonun ilk yarısına hâkim olan disiplinli terzilikte ve heykelsi siluetlerde kendini belli etti.
Yine de bu çıkış, daha yumuşak, daha olgun bir Balenciaga’ya da işaret ediyordu. Piccioli, Demna’nın sokak giyimi sertliğini sıyırıp attı; onun yerine yaşanmış hissi veren elbiseler ve paltolar getirdi — kabarık gazar etekler, heykelsi deri formlar, nefes alan kesimler. Berlin dönemini geride bırakan Balenciaga kadını, artık bir gece kulübünü yönettiği kadar ustalıkla bir couture elbiseyi de hükmü altına alabileceğini kanıtlıyor.
(IN) & OUT INDEX: DEMNA GVSALIA’S GUCCI
Yaramazlığın yeni çağı başlıyor. Demna sahneye adım atarken, Gucci’yi bir marka değil, birbirinden farklı kişiliklerden oluşan bir takımyıldız olarak görüyor. Balenciaga’nın çağdaş itibarının mimarı olarak anılan eski kreatif direktör, kendine has anti-glamour estetiğini bu kez ham, ironik ve kışkırtıcı biçimde “yanlış” bir alana taşıyor.
Dönüşüm, kıyafetler podyuma çıkmadan çok önce başlamıştı; Gucci, La Famiglia’yı tanıtmadan evvel tüm Instagram akışını sıfırladı. 38 görünümden oluşan koleksiyon, markayı uyumsuz karakterlere dönüştürdü. Tül gibi ince file kumaşlar bedenlere sır gibi yapışıyor, metalikler derilerle, düşük belli pantolonlar keskin terzilikle buluşuyordu. 1947 Bamboo çantası ve Flora desenleri gibi ikonik kodlar ironiyle yeniden derilendirilmişti — geleneği yeniden günahkâr gösteren bir dokunuşla. Nerd’ler, asi çocuklar, androjenler, parti delikanlıları… İşte karşınızda Demna’nın Gucci’si.
(IN) & OUT INDEX: GLEN MARTEN’S MARGIELA
Glenn Martens’in Paris Moda Haftası’ndaki hazır giyim çıkışı — evet, hâlâ hazır giyim sayılabilir! — arşivlere nostaljiye kapılmadan daldı. Sahnenin dibinde, oversize siyah takımlar giymiş 61 yerel çocuk, Strauss ve Tchaikovsky’nin bilerek tökezleyen versiyonlarını çalarak atmosferi kurdu.
Dört dikişli logoyu anımsatan ağız aparatlar modellerin dudaklarını açık tutarken, yelekler uzun ceketlerle kaynaştırılmış, yeni omuz konstrüksiyonları gövdeleri uzatmıştı. Martens, trençkotların yakalarını kesip yerine Margiela’nın beyaz laboratuvar önlüklerine gönderme yapan kravatlar eklemişti; biker ceketler ve tertemiz poplin gömlekler düşük ağlı pantolonlar ya da plastik bantla birleştirilmiş slip elbiselerle eşleştirildi. Markanın alışılmışın dışında mekânlar kullanma geçmişine selam niteliğindeki bu defile, dikkati tamamen kıyafetlerin üzerinde tutuyordu. Kusurlu ama neşeli müzik, Margiela’nın uzun süredir sürdürdüğü “kusur” ve “anonimlik” takıntısını yeniden hatırlattı. Martens, Margiela’nın teatral ruhunu yere bastırıyor; dramayı bir auraya ve ölçülü zarafete tercüme ediyor.
IN & (OUT) INDEX: LORIS MESSINA & SIMONE RIZZO’S SUNNEI
Moda hiç bu kadar canlı görünmemişti. On yılı aşkın süredir Loris Messina ve Simone Rizzo, Sunnei’yi Milano’nun en öngörülemez oyun alanına dönüştürdü — neşenin tasarım dili, merakın ise yöntemi olduğu bir marka. Onların dünyası çelişkiler üzerine kuruluydu: şişirilmiş formlar ve yumuşak bir mizah, minimalist kodlar içinde yüzen maksimalist renkler, ironiyle samimiyet arasındaki o kırılgan çizgide bulunan güzellik… Parlaklığa takıntılı bir şehirde, kusuru sanat haline getirdiler; sadece bedenleri değil, modanın ne olabileceği fikrini de giydirdiler.
Final perdeleri ise tam anlamıyla Sunnei’ydi. Podyum yerine bir açık artırma düzenlediler; “lot” olarak markayı ve kendi ortaklıklarını satışa çıkardılar — hicivle samimiyet, moda ile finans arasındaki sınırı bulanıklaştıran bir performans. Günler sonra ikili ayrılıklarını açıkladı; ardında deneysellik ve oyunla tanımlanmış bir on yılı bırakarak. “Yönümüzü değil, formumuzu değiştirme ihtiyacı hissediyoruz,” dediler; veda değil, manifestoydu bu. Sunnei bitmiyor, evriliyor — onu inşa eden insanlar gibi.
(IN) & OUT INDEX: JONATHAN ANDERSON’S DIOR
Jonathan Anderson’ın belli ki gizli saklı bir Dior zaman kapsülü varmış çünkü maison’un geçmişine yapılan göndermeler bu ilk koleksiyonu zahmetsizce “doğru” hissettirdi. Dior’a olan tutkusunu fark etmek atla deve değil. Gerçekten de tencere düşmüş kapağını bulmuş türünden bir başlangıçtı. Christian Dior mirasını kadınlığı yüceltmek, kadınları parlatmak üzerine kurmuştu. Anderson konuyu fazlasıyla anlamış: koleksiyonu hem feminenliğe hem de Dior’un kendisine yazılmış bir aşk mektubuydu.
1956’daki Tourbillon elbisesinin burgu pileleri, 1957 tarihli Zerline elbisesi, yüzü gizleyen 1959 tarihli Labia elbisesinden ilham alan dantelli yakalar… hepsi bu koleksiyonda yankılandı. Ama elbette, Anderson yalnızca arşiv göndermeleri yapmadı. Maison’un özünü emdi ve bize onun kendi versiyonunu sundu, geçmişle bugünü birbirine bağlayan, en sağlam köprüyü kurarak.
(IN) & OUT INDEX: JACK MCCOLLOUGH & LAZARO HERNANDEZ’S LOEWE
Jonathan Anderson’ın 11 yıllık döneminin ardından, Jack McCollough ve Lázaro Hernández onun Dior’a geçerken bıraktığı koltuğa rahatça yerleştiler, hâlâ onun sıcaklığını taşıyan o koltuğa. Anderson’ın sıklıkla flört ettiği sürrealizmin aksine, ikili maisonu mimari ve orantı eksenine oturttu. Siluetler net, heykelsi ve belirgin biçimde giyilebilir hale geldi; ikilinin New York DNA’sının yankılarını taşıyordu.
Terzi işi ceketler, midi etekler ve temiz hatlı dış giyim formları, Anderson’ın daha soyut drapelerinin yerini aldı. Bu, biçime dönüşün bir türüydü: hâlâ kavramsal ama artık sindirilebilir. Ve sonra… renkler. Ellsworth Kelly referansı yaklaşımlarını özetliyordu: yapısal bir unsur olarak renk. Ultramarin, fildişi ve pas tonlarındaki bloklar bedeni mimari paneller gibi çerçeveledi. Loewe’nin İspanyol zanaatkârlığına saygı duydular, ancak onu kendi modernizmleriyle süzerek Madrid ile Manhattan arasında bir köprü yarattılar.
CHANEL – MATTHIEU BLAZY
Blazy, “Paris, kemerleri bağlayın!” dedi ve la femme Chanel’i ait olduğu yere götürdü: geçmişinin görkeminin ve la maison’un bugünkü klasikliğinin ötesine. Çünkü la femme Chanel zamandan ve sınırdan bağımsızdır.
Koleksiyon, uzayda geçen bir hikâye gibi anlatıldı: Üç perdeden oluşan bir diyalog. Un Paradoxe, Boy Capel’den ödünç alınan maskülen kodlarla açıldı; iş ile aşkın, pratikle duygusallığın flört ettiği bir başlangıç. Le Jour, Chanel’in gündüz giyimini zamanda dolaştırarak klasiklerini akışkan bir harekete dönüştürdü. Son olarak L’Universel, diyaloğu sınırların ötesine taşıdı: özgürlük ve evrensellik vizyonu, takım elbisenin mimarisini geleceğin sonsuzluğuyla buluşturdu.Sonunda Blazy yalnızca kıyafet tasarlamadı; özgürlüğü yeniden tanımladı… Gabrielle Chanel’in “giyilen ve kazanılan” özgürlüğü, yeni bir yörünge için yeniden doğdu.
(IN) & OUT INDEX: MIGUEL CASTRO FREITAS’ MUGLER
Mugler’in gürültülü yıllarına karşı sessiz ama çarpıcı bir başkaldırı. Miguel Castro Freitas, maison’a zanaatkârlık ve terzilik köklerini yeniden hatırlattı. Bunu skandal dolu, bağıran gösterişi soyutlayarak değil, onu yere indirerek yaptı…Ayaklarını tekrar yere bastırarak ve belki de az da olsa o çığlığı biraz kısarak…
Yaptığı şey son yıllardaki koleksiyonlardan büyük bir kopuş gibi görünebilir ama her şey fazlasıyla anlamlıydı. Manfred Thierry Mugler’ın ruhunu taşıyordu: kum saati formundaki kesimler, lateksin yoğun kullanımı, kışkırtıcı ve sınırları zorlayan dokunuşlar… Yine de tüm bunları tamamen kendine özgü bir şekilde yaptı. Lateks hiç bu kadar derli toplu, bu kadar klas görünmemişti.
IN & (OUT) INDEX: ISABEL MARANT’S ISABEL MARANT
Isabel Marant sadece bir çıkış sahnelemedi, kendi finalini besteledi. Paris Moda Haftası’ndaki İlkbahar/Yaz 2026 koleksiyonu bir veda değil, zarif bir devir teslimdi. Paris bohemini küresel bir dile dönüştüren kadın, kreatif koltuğundan sessiz ama kendinden emin bir şekilde kalktı ve onu uzun yıllardır en yakın dostu, yoldaşı Kim Bekker’a devretti.
Defile, Marant’ın tanıdık rahatlığını taşıyordu: süet, kroşe, güneşte solmuş denim… hareket halindeki bir hayatın zahmetsiz kaosu. Yine de arada ince bir fark vardı: Bekker’ın dokunuşunu hissettiren yumuşak bir yeniden ayarlama. Marant’ın varlığı atölyede bir parfüm gibi kalmıştı: hissediliyor, ama görünmüyordu. Bu bir son değildi, bir devamlılıktı… Doğru yapıldığında mirasın solmadığının, evrildiğinin kanıtı.
(IN) & OUT INDEX: SIMONE BELOTTI’S JIL SANDER
Bir koleksiyonun içine kendi “je ne sais quoi”’nı bırakabilmek mümkün müdür, özellikle de sadelik maison’un tanımlayıcı kodu ise? Zor bir soru ama belli ki Bellotti bunun nasıl yapılacağını biliyordu. Onun özü kıyafetlerin arasında parlıyordu. Ekleyemediğini kesti; vurgulayamadığını şeffaflıkla görünür kıldı. Jil Sander’ın minimalist, sade ama karakteristik şıklığı, Bellotti’nin özenli nüanslarında yeniden hayat buldu. Gerçekten giyilebilir kıyafetler… kelimenin tam anlamıyla “ready to wear.”
Jil Sander öncesi de birçok ‘maison’u vardı elbette. O, sessiz imparatorluğunu sahnenin arkasında kurdu. On altı yıl boyunca Gucci’de, Frida Giannini ve Alessandro Michele’in dönemlerinde duyusal minimalizmi inceltti; ardından Bally’ye hiç sahip olmadığı bir kalp atışı kazandırdı. Şimdi Jil Sander’da, fazlalıktan değil, kusursuz bir hassasiyetten beslenen özünü enjekte ederek sadeleştirmeye, arıtmaya ve rafine etmeye devam ediyor.
IN & (OUT) INDEX: SILVIA VENTURINI’S FENDI
Silvia Venturini Fendi’nin Milano’daki son selamı, meydan okuyan bir manifestoydu. Son koleksiyonunda tüm yaratıcı kontrolü eline aldı ve her şeyi çıplak bir dürüstlükle ortaya koydu: romantizm, fütürizm, spor, miras, oyunbazlık. Renklerle fısıldadı, podyumu coşkuya boğdu.
Otuz yılı aşkın bir süredir Silvia Venturini Fendi, Roma lüksünün nabzını tuttu. Fendi’nin asla sadece kürk ve zanaatla tanımlanmadığını biliyordu; o, bir tavır meselesiydi… Pragmatik ama şiirsel, oyuncu ama kusursuz bir titizlikle. Kadınlığa zırhını, İtalyan zarafetine ise zekâsını verdi. Baguette’in doğumundan, deriyi bir materyalden çok bir hareket biçimine dönüştürmesine kadar Silvia, Fendi’nin ana dilinde konuştu: soyun ve özgürlüğün diliyle.
Son koleksiyonu da aynı ikiliği yankıladı: cüretkâr ama şefkatli, yapılandırılmış ama yumuşak. Bu bir nostalji değildi; Fendi’nin ileriye doğru uzanan sesinin bir temsiliydi.
(IN) & OUT INDEX: DARIO VITALE’S VERSACE
Donatella koltuğunu Dario Vitale’ye devretti. Bugüne dek aile tarafından yönetilen bir maison’u devralmak çoğu kişi için göz korkutucu olabilirdi, ama Vitale için değil. Hayal kırıklığına yer bırakmadı. Koltuğa gerçek bir Versace gibi oturdu; yanında Miu Miu eğitiminden gelen eksantrik disiplini ve Milano yıllarının şekillendirdiği ustalığı getirdi. Keskin İtalyan terziliğini ve oyuncu eksantrikliği harmanlayan o karakteristik dengeyi taşıyor: cilalı, biraz ukala ve zarafeti tavra dönüştürmekten asla korkmayan biri.
Bu debut ile ise Gianni’ye sessiz bir saygı duruşunda bulundu. Koleksiyon, 80’lerin o daha “cool” tarafına göz kırpıyordu yapılandırılmış kesimler, zarif siluetler ve dönemin tanımlayıcı o kendinden emin duyusallığıyla. Hatta defilenin açılışında Gianni’nin favori gruplarından biri olan Wham! çalıyordu. Bu bir nostalji gösterisi değil, geçmişle yapılan sakin bir sohbetti.
Ve evet, bu defilenin playlist’ini Spotify’da mutlaka dinlemelisiniz.