İki metreye iki metre bir oda düşünün. İçine iki tane davul seti, bir tane gitar amfisi ve çıkan her şeyi kaydetmesi için bir de reel-to-reel kayıt cihazı koyun. Kendisine ait odasında yatağa bile yer olmayan, hayatını müzik ve ritim ile yaşayan John Anthony Gillis’in geleceği daha o yaşlardan belliydi. Sadece eline daha fazla müzik aleti alması, daha çok konser vermesi ve asla inandığı şeyi bırakmaması gerekiyordu. O da bunu yaptı. 20’li yaşlarının başında Jack White’a dönüştü. Sonra mı? Sonrasında iki eli ile dünyanın yakasından tutan dik kafalı bir müzisyen olarak tüm evreni ayağının altına aldı.
80’lerde Detroit’te yaşayan sayılı beyaz aileden birinde büyüdü Jack White. House ve hip hop’un sokakları ele geçirdiği yıllarda rock’n’roll ile arkadaş olan White, bir trene atlayıp ona göre gerçek müzikle buluştuğu blues’un yolunu tuttu. Derdi saf olanı bulmaktı ve asla tatmin olmamaktı. O, tatmin olduğunda kaybolacağını en başından beri bilen sayılı sanatçıdan biriydi.
Çocukluk yıllarında bir çok yerde çıraklık yaptığını söyleyen Jack White, ergenlik yaşlarını bir mobilya tamircisinin yanında geçirdi. Aynı zamanda bir aile dostu olan Brian Muldoon, Jack White’a sadece nasıl mobilya onarılacağını değil, gitar çalmayı da öğretti. Hatta onu punk müzikle de tanıştırdı. İkili, bir süre sonra mesai bitiminde kepenkleri indirip beraber müzik yapmaya başladı. Böylece ortaya tek albümlü the Upholsterers çıktı. Bu grup, uzun süreli bir proje değildi fakat Jack White’ın bitmiş şarkıların altında adının yazması açısından oldukça önemliydi.
Bir röportajında Jack White, “18 yaşındayken biri bana Son House’un ‘Grinnin’ in Your Face’ şarkısını dinletti.” bilgisini veriyor. Hala hayatında en sevdiği şarkı için sözlerine “Benim için olay buydu. O şarkı bin farklı şekilde yüreğime işlemişti. Bunun yapılabileceğini bilmiyordum. Yalnızca şarkı söyleyip el çırpılabileceğini. Bunun benim için anlamı büyüktü.” diye devam ediyor. Daha o zaman White, Son House, Blind Gary Davis, Robert Johnson ve “Dark was the Night, Cold was the Ground” gibi bir şarkılar ile dünyaya karşı duran tek adam olmayı kafasına koymuştu. Nitekim oldu da.
Ne olacağını bilen Jack White, sadece hikayenin gelişme bölümüne nerede ve nasıl gireceğinden habersizdi. Sıklıkta gittiği bir restaurantta tanıştığı Megan White ile kısa süre içinde sevgili oldu. Davul çalmayı öğrenen Meg ile müzik yapmaya başlayan Jack, ilişkinin adını da koymuş oldu; The White Stripes.
The White Stripes’ı her şeyden kurtulmanın yolu olarak gören Jack White’ın hayatında artık müzikten başka bir şey yoktu. Michigan Garage Rock sahnesinde dönemin önemli gruplarından önce konser veren The White Stripes, yavaş yavaş ortama ısınıyordu. Bu sıralar kırmızı bir gitar edinen ve sahne dekorlarında Meg’in yanına bir şeker torbası yerleştiren White, böylelikle grubun renklerini de belirlemiş oldu: Kırmızı ve beyaz.
Evet, “hangi enstrümanın çalındığının önemi yok, önemli olan şarkının duruşu” diyen adamın bütün kariyeri boyunca göreceğimiz oldukça sağlam estetik takıntıları vardı. Şimdilerde “teknoloji duygunun ve gerçeğin yok edicisidir” sözleriyle onu dinlemeye gelenler telefonlarını kullanmasın diye tüm konserine ait video ve fotoğrafları paylaşan Jack White, o dönem sadece müziklerine odaklanılsın diye eşi Megan’ı kız kardeşi olarak tanıtıyordu. Onun müzik konusunda son derece ciddi olduğunu söylemiş miydik?
The White Stripes ile 9 yıla 6 albüm sığdırdı Jack White. Müzikleri blues ve garage rock ile tanımlanıyordu. Fakat onlara karakter kazandıran punk idealizmi altındaki distorsiyon ve öfkeydi. 1999 yılında grubun aynı adlı ilk albümünden itibaren kendilerinden söz ettirmeyi başardılar. Bir yandan BBC Radio 1’ın efsane DJ’i John Peel tarafından “Jimi Hendrix’ten beri en heyecan verici şey” olarak övgü alırken, diğer yandan New York Times’da “Kurt Cobain’den sonra gelen tek gerçek rock grubu” olarak anılıyorlardı. Nitekim 2003 çıkışlı “Elephant” albümdeki “Seven Nation Army” ile tüm dünyanın ezberlediği bir şarkıları da olmuştu. Bu albüm aynı zamanda The White Stripes’a ilk Grammy Ödülü’nü de kazandırdı.
Delta blues’u ruhunun dinlendiği yer olarak tanımlayan Jack White, atalarından aldığı hisli ve gerilimli müziği The White Stripes’in kalan bütün albümlerine de yansıttı. Sıradaki albümleri için kayıtlara başladığını duyuran The White Stripes’ı önce Meg White’ın sağlık sorunları, sonra da projeye olan ilgisinin azalması durdurdu. Kariyerinin her noktasında mükemmeliyetçiliğini gösteren Jack White için bu kabul edilemezdi. 2011 yılında ruhen çok önceden ayrılmış olan ikili, The White Stripes sayfasını da kapatmış oldu.
Solo kariyerine başlamadan önce The Dead Wheather isimli hala devam eden yeni grubuyla üç albümü cebine koyan White için artık zaman dolmuştu. Jimmy Page ve The Edge gibi kendi jenerasyonlarının iki efsane gitaristi ile elektrik gitar üzerine lafladığı “It Might Get Loud” isimli belgeselde Jack White, 10 dk. içinde yazdığı “Fly Farm Blue” şarkısıyla kendi başına ilk adımı atmış oldu. En başından beri hep aynı trendeydi. Vagondakiler değişse de o gitmek istediği yere varmasını bildi. Devam etmekte olan 2 albümlü solo kariyerinde White’ın daha uğrayacağı çok istasyon var.
Hayatındaki dönüm noktalarını uç uca birleştirmeyi seven Jack White, 2001’de kurduğu ve 2009 yılına kadar hiçbir hareketi bulunmayan plak şirketi Third Man Records için doğru zamanı bekliyordu. Tasını tarağını toplayıp yerleştiği Nashville’de eski bir şeker fabrikasını satın aldığında White, bastığı yerin neye dönüşeceğini biliyordu. Size göre şeker üreten bir yerde bulunmak tesadüf olabilir, ama söz konusu White gibi obsesif birisi ise bu olması gereken tek şeydir. Third Man, White için bir gösteri yeri, dilediğince oynayacağı bir çocuk bahçesi.
Jack White’ın 1998 yılından bu yana olan tam 26 şarkısını akustik olarak yeniden düzenlemesi bu yazının sebebi. Şarkıların yarısı hala kıymetlileri arasında tuttuğu ve Meg White’ın tek sözüyle yeniden alevlenecek The White Stripes’tan. O, sınırları yıllar önce çizilmiş müzik türleri arasında korkusuzca üretmeye devam ediyor. Hayatı boyunca olduğu kişiyi yaşamaktan bir an bile vazgeçmemiş birisinden bahsediyoruz. Bu yüzden kök salmaya, kafa tutmaya devam ediyor. Sıradan bir tahta parçası, 5 çivi ve bir kola şişesinden gitar yapabilen birisi var karşımızda. Bize de sadece itaat edip onun yansıttığı renklerle dünyaya bakmak düşüyor.
Yazı / Text: Taner Turna