Mimi Cave yönetmenliğinde, ‘Normal People’ ile kadrajımıza giren Daisy Edgar-Jones ve Marvel evreninden Bucky Barnes olarak aşina olduğumuz Sebastian Stan, Noa ve Steve olarak karşımızda bu defa. Online dating’ten artık sıkılmış olan Noa bir gün markette et reyonunun yanında Steve ile tanışır ve klasik Amerikan romantik komedisi diyebileceğimiz bir aşk hikayesi başlar. Her şey oldukça otantik ve doğal ilerler, bir barda ilk date’lerine çıkarlar, evde dans ederler ve sonunda bir hafta sonu şehir dışına çıkmaya karar verirler. İlk 30 dakikası tam bir romantik komediye şahitlik ederken, filmin adının yazması ile birlikte 180 derece dönüşen bir içerikle kendimizi bir anda gerilimin içinde buluyoruz.
Filmin anlatmaya çalıştığı bazı dertleri var aslında. 2021’de feminenite algısı, bu algıyla gelen beklentiler, online dating ve kadın bedeninin nasıl ve kimler tarafından sahiplenildiği filme başlar başlamaz aldığımız tatlar. İlk sahnede internette tanıştığı bir adamla randevuya çıkan Noa, her zamanki gibi büyük bir hayal kırıklığı ile restauranttan çıkar ve adama çok da uymadıklarını söyler. Bu noktaya kadar Noa’ya büyük hayranlık duyduğunu ve öpmek istediği Noa’ya küfreder. Adama karşı yumuşak ve uyum sağlayan tarafken çok iyi iletişim kuran ikili, Noa’nın adamı reddetmesi ile tartışmaya başlar. Noa’nın giyiminin neden maskülen parçalardan oluştuğunu, bol kıyafetler giyerek feminenliğini neden gizlediğini sorgulayan Noa’yı şaşırtmayan bu tepki ile aslında ‘kadın’ ve ‘kadınlık’ üzerine bazı noktalara dokunmaya yönetmen çok yüzeysel kalsa da bunu başarmış demek mümkün.
30 dakikalık ilk bölümünden sonra tamamen farklı bir film izliyor havasına bürünen filmin ikinci kısmı ikilinin hafta sonu için Steve’in dağ evine gitmeleri ile başlıyor. Noa için birçok kırmızı bayraktan biri daha gerçekleşiyor ve Noa yolda telefonunun çekmediğini fark ediyor. Nereye gittiğini dahi bilmeyen Noa eve varmalarıyla şaşkınlık geçiriyor. Evin büyüklüğüne ve modernliğine karşı nedense kendini ona karşı daha sıradan ve aşağıda hissettiğini söyleyen Noa, Steve’in yaptığı kokteylin tadına bakıyor ve içinde ne olduğunu tahmin etmeye çalışıyor. Yudum yudum içtikten sonra tadın ne olduğunu bulduğu anda gözleri kararmaya başlıyor ve ne olduğunu çok da anlamayan Noa’nın yere yığılışını izliyoruz.
Gözlerini açan Noa’nın elinde içkisiyle karşısında duran Steve’i görmesiyle asıl hikayemiz başlıyor. Burada Daisy Edgar-Jones’un hakkını vermek gerekli. İnanılmaz soft ve doğal oyunculuğu ile sadece 1-2 saniyeliğine bile olsa her şey çok güzel diye düşünürken bir anda Noa’nın aslında yeraltında bir odada bileklerinden kelepçelendiğini görüyoruz. Empati kurmamızı oldukça kolaylaştıran yeteneğiyle o anda orada olsak büyük ihtimalle aynı tepkiyi verirdik dediğimiz olağanüstü tavırlarıyla gözlerimizi kırpmamızı engelliyor. Buradan sonrasını fast-forward yaparsak, bu noktadan itibaren Steve’in insan eti satan bir tedarikçi olduğunu öğreniyoruz. Daha lezzetli olduğu için kadın etinin tercih edildiğini anlatan Steven, kaçırdığı kadınları iyi şartlarda tutuyor ve müşterilerini taze et sağlayabilmek için kadınları parça parça kesiyor, sakat bırakıyor ama asla öldürmüyor.
Film boyunca bir kadının maskülinite şiddetinden kaçısını oldukça alegorik bir şekilde izliyoruz. Her ne kadar gerilim türünde dahi olsa oldukça başarılı müzik seçimleri yapılan bu şaşırtıcı film için hazırladığımız playlisti dinlemeye davet ediyoruz.