Kendinden bahsetmeyi ne kadar sevmediğini belirterek başlıyor söze. Ardından fotoğraflarda insanların neden hep gülümsediğini tartışarak başlıyoruz sohbete… Kimsenin o fotoğrafta görüldüğü kadar mutlu olmadığını, olmayan bir duygunun, variyetin, -muş gibiliğin peşinden, gerçekliğe hiç bir zaman erişememiş gülücükler.
Zümrütoğu’nun atölyesini, işlerini ve aslında kendisini bu kadar biricik kılan, sanatını farklılaştıran en büyük özelliklerden biri, işlerinde bu –muş gibiliğin esamesinin okunmayışı, kendi doğal süreci içinde spontane olarak resmediliyor olması. “Neden ve nasıl oluyor böyle, nereden çıkıyor bu resimler?”
diye soruyorum, cevabı ise oldukça keskin, oldukça net, “Tam da içeri girdiğinde karınında oluşan ağrıdan.” diyor. Toplumun kokuşmuşluğunun içinde yarattığı bir takım hazımsızlıkları kusuyor tuvallerine Zümrütoğlu. Nitekim, olduğu gibi de geçiyor bu his karşıdakine. Geçmenin ötesinde vücut buluyor. Düşünmeye, sorgulamaya, aynı karın ağrısını çekmeye başlıyor Zümrütoğlu’nun işleriyle karşı karşıya gelenler. Algılayabildiği kadarıyla tabii. Tam bu noktada, “Ya algılayamazsa?!” diyorum. Sanatın sürdürülebilirlik adına en nihayetinde bir meta olduğu gerçeğiyle yüzleşerek, “Sizin bu resmi çıkarmanıza sebep olmuş kavram ve görüşler, tuval üzerindeki isyanın kaynağını algılayamadan, ona sahip olmaya kalktığında ne oluyor? Bu noktada siz hangi tepkiyle karşılıyorsunuz meseleyi?” diye soruyorum. Sitemkar bir gülüşle, “Elbet oluyor böyle durumlar, bu önüne geçilemez bir gerçek ancak güzel olan, öylesi abesle iştigal bir durumda dahi işin bıyık altı gülücüğüyle tüm bu tezatla alay edebiliyor oluşu.” diyor. (Karşılıklı iç geçiriyoruz.)
“Peki ya bu iç sıkıntının dışarı çıkışı bir farkındalık uyandırma amaçlı mı yahut ‘ben’e ilişkin bir çatışmayı çözümlemek mi?” sorusuna yanıtı ise oldukça naif. “Tamamen kendi tedavim için oluşmuş bir yara bandı.” diye tanımlıyor durumu. Zümrütoğlu’nu dinlerken, “Bu dışavurum neden resim yoluyla da başka bir disiplin üzerinden değil?” sorusu canlanıyor zihnimde, “Müzik yapabilsem müzik yapardım, resim yapmazdım.” sözleri dökülüyor, müziği renklere, renkleri müziğe benzetiğini ve her sesin aslında bir renk olduğunu eklerken.
Osmanlı kültüründe, kimsesi olmayan insanların “Çürüklük”teki son buluşu, hiçten gelip hiçliğe giden insanoğlunun en somut yorumu. Kutsal Pazarlık ise varoluşa doğru soru işaretleri ile birlikte; 30 Kasım’dan itibaren Pilevneli Galeri’de tecrübeleyeceğiniz muazzam bir gerginliğe maruz bırakıyor izleyiciyi. Alt metnini bilmeden dahi salt karşılaşmanın doğurduğu tarifsiz bir kaos, iç sıkıntı, hesap sorma, yüzleşme, hüzün ve fazlasıyla birbirimize uyguladığımız şiddet yüzüne çarparken, çürüklüğün izleri tuvallere sıçrıyor. Osmanlı’da kimsesizlerin gömüldüğü ‘Çürüklük Mezarlığı’. Zümrütoğlu’nun kelimeleriyle “Bilinmezden gelip bilinmeze giderken arada havai fişekler çakmış kimseler.” Olarak zihnimizde canlanıyor.