Elle tutulmaz hatıraların derlemeleri, taşınamayanın koreografisi içinde şekilleniyor. Tanımlar, desenler, kalıplar ve dokular harekete geçiyor, teknoloji dile geliyor, ruh ise “nouseskou” olarak da tanınan Kou Yamamoto’nun gözlerinde yeni bir beden buluyor. Bazı ifade biçimleri kolayca dile getirilemez, onların yerini özgünlük alır… Sosyal medyadaki glitchli, akışkan, türünün tek örneği sayılabilecek imgeleri de tam olarak bu şekilde, Kou Yamamoto’nun multidisipliner yaratıcı düşünce sürecine bir bakış sunuyor. Sizleri, sürekli değişen doğasında, Kou’nun evrenine davet ediyoruz.
Sanatını son derece özgün bir şekilde kavramsallaştıran bir sanatçı olarak, çalışmalarınızı tanımlıyor ve yönlendiriyor musunuz yoksa kontrolü onlara mı bırakıyorsunuz?
Öncelikle, varlığımın tek başına olmadığını hissediyorum. İçinde aile, arkadaşlar, çeşitli rastlaşmalar da var. Bana ait bu varoluş vasıtasıyla kainatın dalgalanmalarını, yöneldiği gerekli form ve rolleri kendime dahil etmeye çalışıyorum. Bu ifadeler benim aracılığımla evrene aktarılıyor ve mümkün olduğunca doğal bir şekilde kendi kaderlerini üstleniyorlar.
İmgeleriniz, genellikle durağan bir sanat stili olan “mono-ha” akımından ilham alıyor ancak çalışmalarınız hareketi içeriyor. Böyle benzersiz bir ifade şekline nasıl ulaştınız?
Gerçekten de “mono-ha” durağan bir sanat stili. Ancak eserin hareketli ya da durağan olması, bir “mono-ha” çalışmasıyla karşılaşınca hissedilen duygularda bir değişiklik yaratmaz diye düşünüyorum. Daha iyi ifade etmek gerekirse, ne kadar derinine inerseniz inin deneyim, onu yaşayana kalır. Aynı zamanda, sadece onu yaratan kişi tarafından hissedilebilecek bazı dokular olduğuna da inanıyorum.
Bu bağlamda, başkalarına karşı her zaman duyarlı olmakla birlikte, her şeyin kaynağı kişinin kendi kalbinden gelen sesi dinlemesi ve hissetmesine çıkıyor; sürecin kendisine yakından ilgi duyuyorum. Bu duygu, bir kulüpte ilk kez breakdance gördüğüm anın kalbimde bıraktığı etkiyi hâlâ hatırlıyor olmam gibi bir şey. Duygularımın o anda neden bu kadar etkilendiğini kelimelere dökmek zor.
İşlerinizin ne kadarı içgüdüsel? Nasıl bir yaratıcı süreciniz var?
Dans ekibimin ismi Nouses, yeniden adlandırmamızdan önce antik Yunanca “nous” kelimesinden türetilmişti. Akıl, insanlar ve içgüdüler de dahil olmak üzere evrendeki her şey arasında var olan irade anlamına geliyor. Bu bağlamda aklı hissetme arzusu bile bana içgüdüsel bir hareket gibi geliyor. Dolayısıyla, tüm süreç de dahil olmak üzere her şey, her zaman sezgisel ya da içgüdüsel.
Biraz daha derinine inersek, günlük yaşamı bir bütün olarak kapsadığını düşünüyorum. Mesela karanlık bir dağ yoluna gün batımında vuran turuncu güneş ışığı ve ağaç gölgelerinin iç içe geçmesiyle oluşan manzaraya hayran kalmıştım. Bazen odamda bulduğum küçük bir böceğin elime tırmanmasını sabırla bekliyorum, onu ezmemeye dikkat ederek, sadece dışarı bırakmak için. Böceğe zarar vermemek için sarf edilen fiziksel çaba ve onu kurtardıktan sonraki rahatlama hissinin tamamı, bu tarif edilemez ama bir o kadar da belirleyici deneyimin bir parçası.
Yaratımlarınızda akışın önemli bir kavram olduğunu görüyoruz. Koreograf kimliğiniz görsel tasarımcı kimliğinizden ayrışıyor mu? İki dünyayı nasıl bir araya getiriyorsunuz?
Bu, kelimelerin ötesinde bir boyut. Ne yapmam gerektiğini biliyorum, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar net bir şekilde. Tabii, her zaman değil. Bir şey yarattığım andan itibaren hep benimle kalıyormuş gibi görünen bir duygu bu.
İçimdeki kimlikler arasında bir ayrışma yok, mesele, hissetmek ve görmek istediklerine doğru kalbimin götürdüğü yere gitmek. Bu durumda görsellerin ve koreografinin entegrasyonu, şimdiye kadar deneyimlediğiniz her şeyden farklı bir evren yaratabilir gibi geliyor, dolayısıyla o anlarda kalbimin tam olarak bunu istediğini düşünüyorum.
Ortam sesi tasarımı, çalışmalarınızdaki bir diğer önemli element. Sizin evreninizde sesin rolü nedir? Ses harekete geçmenizi mi sağlıyor yoksa hareket sesi mi doğuruyor?
Sesleri oluşturmak için bilgisayarımda DTM (Desktop Music) ile çalışıyorum. Evrenleri ve kendime ait felsefeleri anında yaratıp deneyimleyebildiğimi her gün hissediyorum. Ses vasıtasıyla niyeti doğrudan algılayıp iletiyorum.
Yaratıcı sürecimin bir parçası olarak sık sık dağların derinlerine gidiyorum ve sanıyorum oradaki rahatlatıcı, işitilemez ses akışı hissini sürdürmek istediğim için şehirdeki odama döndüğümde sesler üretiyorum.
Bunun da ötesinde dağların sesi bana evrenin sesinin yüksek saflık derecesinde bir versiyonu gibi geliyor. Varlık öncesindeki bir yerin sesi. Artı, bu yerden gelen bir nostalji hissi de var, önemli bir şeyi unutmamaya çalışıyormuşsun gibi. Bu yüzden ambiyansın insanlar üzerindeki etkisinin önemli olduğunu düşünüyorum.
İlhamı nasıl tanımlarsınız ve nerede bulursunuz?
Az da olsa değinmek gerekirse, bunun iç sesinizi dinlemek ve ona güvenmekle ilgili olduğunu düşünüyorum. Mesela programınızın boş olduğu bir tatil gününde, herhangi bir plan yapmadan kapıdan dışarı çıktığınızda ilk adımınız sizi her yere götürebilir. Görüntüler, sesler, sıcaklıklar, dünün olayları ya da o an kafanızda ne varsa.
İlhamın, bu anların keyfini çıkarırken içinizden geçen bir anlık nefesin ardından attığınız doğal adımla benzeştiğini düşünüyorum. Kalbin de doğanın bir parçası olduğunu göz önünde bulundurarak, John Cage’in şu sözünü ödünç almak isterim: “Sanat, doğayı işleyiş biçimi açısından taklit etmektir.”
Kazanmak sizin için ne ifade ediyor? Hangi senaryoları “kazanmış” olarak tanımlarsınız?
Ancak zafer arayışından kurtulduğunuz zaman “kazanmış” olabilirsiniz. Mutluluğu tanımlamak zor olsa da en büyük umudum dünyanın neşe ve memnuniyeti tatması.
Yaratımlarınıza farklı unsurları entegre ederken çizgiyi nerede çekiyorsunuz?
Dünya için mutluluğu dilemekle birlikte, herkesin birbirini anlayabilmesi de ideal olurdu. Ama son zamanlarda mutluluğun kusursuz bir mesafe ve dengeden de gelebileceğini düşünüyorum. Bu, kendiniz ve başkaları, dünya ve yarattığınız unsurlar arasındaki dengeye işaret ediyor. Yani belki de ben sürekli çeşitli araçları karıştırarak konforlu bir denge ve uyum yakalamaya çalışıyorum. Çizgiyi nerede çektiğimi açıkça tanımlamak gerekirse böyle bir şey olurdu.
İşlerinizde bir anlatı bulmak mümkün mü yoksa tamamen kavramsal mı?
Benim rolüm işlerimi algılayan insanlara belirli bir mesajı empoze etmek değil. İşlerimin, onları görenlerin ufkunu açmasından, dünyayı algılama şekillerine zenginlik katmasından memnun olurum. Sadece küçük bir ifade veya mevcudiyetten ibaret olsa bile oynayacak bir rolüm olduğuna ve sanatın bu rolü üstlendiğine inanıyorum.
Kendinizi tam anlamıyla özgün buluyor musunuz? Sanat yoluyla kendinizi keşfetme serüveninizi anlatır mısınız?
İfade yoluyla kendimi, diğerlerini, dünyayı ve evreni tanıyor, hatta var oluştan önce neyin var olduğunu hatırlıyorum. İfade böyle bir eylem. Yarattıklarım, kendimi gözden kaçırmamamı sağlayan ayak izleri görevi görüyor. Nereye gideceğimden emin olmadığımda ya da hayatta kaybolduğumda geriye dönüp attığım belirli adımlara bakmak, bana bir sonraki adımım için cesaret veriyor. Hayatın hayhuyu içinde kaybolmak üzereyken kendimi hatırlamamı sağlıyor ve yarattığım şeyler tarafından kurtarıldığım zamanlar oluyor. O anda bir şeyler yankılanırsa duygulanıyorum çünkü bu gerçekten benim için, benim tarafımdan yaratılmış oluyor. Yani tüm insanlık için dileğim, herkesin hissettiği bir şeyi, bir şekilde hayatlarına katmaları.
Şu anda burada olup bunları yazabilmem, sadece yapmak istediğim şeye inanmayı seçtiğimde, düzenli bir işim olmasa ve geçimimi sağlamasam bile bana destek olan annem sayesinde. Yani ifade ettiğim şeyler salt benim yaratımım değil.
Ve belki de en önemlisi sevgi. Yalnız olmak, boşluk demek. Bir çocuk olarak kalmak, arkadaşlarla kum havuzunda oynamanın keyfini çıkarmak, sonra bu mutlu anları ailenle paylaşmak iyidir ve yeterli olmalıdır. Bu nedenle, her şeyin ötesinde, dünyanın mutlu olmasını diliyorum.
Interview by Tunga Yankı Tan
From Based Istanbul N°43 – The Winners Club Issue. “For us, winning is deciding to embark on a journey. Ask yourself aloud: If this is a race, who else but me can make the rules? Welcome to the winners club!” Buy your copy now!