Dünyaca ünlü mimar yazar Mark Foster Gage, “Khaleesi” olarak bilinen Manhattan’daki 102 katlı şaşalı son kulesiyle isminden sıkça söz ettiriyor. Teknolojik yeniliklerle mimariyi yeniden tanımlayan Gage, 2 Mart’ta İstanbul’da Geberit’in misafiri olarak Yapı-Endüstri Merkezi’ni ziyaret edecek. Onunla tasarımının sırlarını konuştuk.
İnsanlık tarihinde yenilikler için bugüne kadar gelmiş geçmiş en verimli dönemde yaşıyoruz. Nokta. Bu da süreci mimar olmak için en harika zamanlardan biri kılıyor. Ancak bu bir problem, çünkü bir çok insan mimari fikirler üretme olanağına sahip – bu da göze çarpılır olmayı zorlaştırıyor. Her zaman yenilikçi işler yapmaya ilgi duydum, dolayısıyla ofisim dönemecin ötesinde kalmak ve başkalarının denemediği düşünme ve uygulama biçimlerini bulmak için daha fazla çalışmak zorunda. Bu, benim sadece mimari dünyasında değil, moda, ürün tasarımı, otomotiv tasarımı, film -ve diğer endüstrilerde de farkında olmam anlamına geliyor, çünkü yenilik çabucak güncelleniyor. Biz de bir yerden dahil olmaya çalışıyoruz.
Müşterilerin ihtiyaçları ve koşullar her projede birbirinden farklı oluyor. Hatta bu aynı kategorideki projeler için de geçerli- yani H&M ve Diesel için yaptığımız projeler moda temelli; ikisi de modaya dair olmasına rağmen tamamen birbirinden farklı. Ofisimiz daha çok müşteriyle beraber olasılıkları
keşfetmek ve herhangi bir bölgede mevcut olan teknoloji ve insan becerilerini bulmakla alakadar. Mesela eğer İstanbul’da bir proje yapıyorsak, ilk yapacağımız şeylerden biri bölgedeki malzemeler, teknolojiler ve beceriler ile neler yapabileceğimizi araştırmak olurdu. Bazı bölgelerde film ve otomotiv endüstrisindeki insanları veya yerel sanatçıları kullanıyoruz. Disiplinler arası işler yapıyoruz, bunlar her zaman farklı bölgelerde mevcut olan becerilere uymak zorunda. İnsanlar genelde şöyle düşüyor “Ben onu inşa edemem, şehrimizde bunu yapamayız.” Bu neredeyse hiç bir zaman doğru değil – Tokyo’da robotlar tarafından yapılan, Meksika’da başka bir biçimde duvar ustaları tarafından elle de yapılabilir. Biz mevcudiyet ve olasılıklar ile çalışıyoruz ve tek bir mimari yöntemiyle ilgilenmiyoruz. Bu yüzden farklı disiplinleri de becerilerimize dahil ederek mimarimizi genişletiyoruz…
Bizim işimiz her zaman inşa etmekle ilgili, teknoloji ile değil – insanlar genelde bunun tam tersini düşünüyor. İleri düzey teknolojileri, yapmak istediğimizi başarmak için bir araç olarak kullanıyoruz – ilk kullanan olmak için değil. O anlamda tutkulu olmalısınız ve hangi teknolojinin bu tutkuyu tatmin edeceğini anlayabilmelisiniz.
“…eğer İstanbul’da bir proje yapıyorsak, ilk yapacağımız şeylerden biri
bölgedeki malzemeler, teknoloji ve beceriler ile neler yapabileceğimizi araştırmak olurdu.”
Bir çok gökdelen sadece uzun, arada sırada üst üste konmuş kutular, duvar ürünleri. Esasında tasarımdan muaflar- sadece asansörleri yerleştirmeniz, imar belgelerini doldurmanız ve bir perde için duvar seçmeniz gerekiyor. New York şehrinin tarihi geçmişine bakarsanız çok daha fazla çaba gösterildiğini göreceksiniz. Elbette, stok parçaları var ama çeşitlilik de var. Mesela, Chrysler binasının tabanı, ortası ve tepesi farklı tabanlara sahip, hepsi farklı materyallerden ve biçimsel olarak farklı işlevleri var. Böylece binayı daha yakından gördüğünüzde daha fazlası ortaya çıkıyor daha fazla detay,
daha rafine küçük ölçekli öğeler. Çağdaş, cam ve metal kutu ürün inşa kültürümüz, ona izin vermiyor. Bu yüzden New York’taki herkes “savaş-öncesi” binalar istiyor, II. Dünya Savaşı öncesi olduğu gibi. Çünkü savaştan sonra her şey daha mekanik, daha standartlaştırılmış ve daha modern oldu. Ofisim mimarideki bazı savaş-öncesi hisleri geri getirmeye meraklı ama kesinlikle çağdaş, gelişmiş materyallerle, resmi dillerle ve metodlarla. Bu nostaljik değilö aslında süper ilerici.
Pek de gotik değil insanlar ona bir çok isim taktılar, mesela “Gargoyle Kulesi,” ki bu da ironik çünkü üzerinde bir tane bile gargoyle yok. Bir başkası da şöyle söyledi “Michelangelo hayata döndürülmüş ve bir gökdelen tasarlamış.” Buna bayıldık… Aslında internette bulunan geri dönüştürülmüş dijital modellerle yapıldı. Formların seçimi gerçekten rastgele oldu, sembolik olmaktan ziyade kompozisyonel. İçinde gotik öğeler yok, ama her şey düzenli bu yüzden dikey olarak öyle görünüyor. Takma isim “Khaleesi” sadece ofis-içinde takılan bir isimdi. Bazı çalışanlarımız öyle dediler çünkü o zamanlar Game of Thrones izliyorlardı. Krallara layık, uzun ve soluk renkli göründüğünü
düşündüler – böylece “Khaleesi” oldu aramızdaki ismi.
Bu daha önce detay hakkında verdiğim cevaba benziyor. Bence bir bina, bir şehre özgünlük sunuyorsa anlamlıdır yani başka bir yerde başka bir versiyonunu göremezsiniz. Manhattan’da inşa edilen cam kutular, Frankfurt’ta veya Dallas’ta inşa edilen binalarla neredeyse aynı. Eğer şehre eşsiz bir şey sunarsanız, şehir bunu, alışageldik bir şey yapmanıza nazaran çok daha iyi özümser diye düşünüyorum.
Biliyorum ki mimarlar için şuanda mülteci evleri tasarlamak çok popüler. Bence problem mimari olmaktan ziyade politika bağlantılı. Mimarlar arasında mimarinin her problemi özebileceğine dair bir inanış var. Ben çözebildiğine inanmıyorum ve mimarlar, inşa edilme şansı olmayan gerçekdışı ve fantazi yerleşim yerleri yerine bütçeleri yetmeyenleri destekleseler çok daha iyi olurdu.
Aslında Bard Koleji için kırsal bölgede çok güzel bir alanda bir projemiz var. Frank Gehry’nin inşa ettiğine bitişik bir performans merkezi. Daha fazla inşa etmek isterim, nokta, şehirlerde de kırsal bölgelerde de.