Nick Cave: a Distortionist

MusicSeptember 1, 2016
Nick Cave: a Distortionist

Hayatı boyunca kendi gerçeklerinin peşinden giden bir adam hayal edin. Henüz daha çocuk yaşlarda dünyanın en iyi ressamı olduğunu düşündüğü için sanat okuluna yazılan cinsten. Nick Cave, çok önceden neye sahip olduğunun farkına varanlardan.O bir cambaz. Diğerlerinden tek farkı, bir noktadan diğerine bağlanan sözler üstünde yürüyor olması…

Nick Cave, 80’li yıllarda verdiği bir röportajda sesinin sevimsiz olduğunu söyledikten sonra “Peki ya Frank Sinatra ile değiştirme şansınız olsa?” sorusuyla karşılaşıyor. Cave soruyu; “Bu kızgın bir tavaya fırlatılmaktan farksız olurdu ve sonuçta Sinatra ile benim için kötü bir takastan öteye geçmezdi” diye cevaplıyor. Dediğim gibi, o sadece kendi korkuları, acıları ve heyecanları için yaşıyor. Bir başkası için değil…

Günah, küfür ve lanet

70’li yılların sonunda, yani Lou Reed, David Bowie ve Alice Cooper gibi rock’ın parlayan yıldızlarının olduğu dönemde bu isimlere punk cover’lar yaparak müziğe başladı Nick Cave. Tek albümlük The Boys Next Door serüvenin ardından Birthday Party projesi başladı. Burada önemli olan ise Nick Cave’in “Prayer on Fire” (1981) albümündeki “King Ink” şarkısı ile ilk kez diğerlerinden farklı bir şey yapması. “King Ink” ayrıca Nick Cave’in yayınladığı ilk kitabının da adı. Belli ki onun için bir kırılma noktası.

Nick Cave, din, ölüm, aşk, Amerika ve şiddet içeren şarkı sözlerini post punk, rock, gospel ve biraz biraz blues müziğin içine yerleştirdiğinde 30 yılı aşkındır frontman olarak yönettiği The Bad Seeds doğdu. Cave, bu proje ile tek dayanağı olarak gördüğü hatıralarını gotik fantezileri ile birleştirerek kendi distopik dünyasını yarattı.

“İnsanlar belki müziğimi sevebilirler fakat benim gibi olmak isteyeceklerini düşünmüyorum.”

Brighton, Batı Berlin ve Sao Paulo

80’li yıllarda müzisyen olarak Avustralya’da kalmak, şehrin dışındaki güzel bir evde yaşamaktan farklı değildi. Müzik dünyasında eksenin nereden geçtiğinin farkında olan Nick Cave, önce gerçek evi olarak gördüğü Brighton’a taşındı. Sonra Batı Berlin’e geçti. Kim bilir, belki hayranı olduğu Lou Reed’in “Berlin” albümünün peşinden gitmek istedi. Burada Brezilyalı bir yazar olan ve 6 yıl evli kalacağı Viviane Carneiro tanışan Nick Cave, gerçek evine dönmeden önce üç yıl da Sao Paulo’da kaldı.

PJ Harvey ile “Henry Lee” gibi bir güzelliğin çıkmasını sağlayan kısa süreli bir ilişkisinin ardından Nick Cave, aşk hayatındaki son durağı olan İngiliz model Susie Bick ile tanıştı. Şarkılarında duyurduğu arındırılmış ve karşılıksız aşkı bulan Nick, 2000’lere gelmeden Susie Bick ile evlendi. Bu ikilinin arasında olanları anlamak için “Push the Sky Away” (2013) albümünün kapağına bakmanız yeterli.

Sanrılar ile geride kalan 15 albüm

Tha Bad Seeds ile her kaydettiği albümde hikayesinin yeni bir bölümünü tamamlayan Nick Cave, sonraki adıma geçmek için önce içindeki hayaletleri gömmesi gerektiğini söylüyor. Cave, böylelikle geride kalanlarla arasına bir duvar örmeyi başarıyor. Bu da aslında 15 albümlük bir diskografide neden her seferinde kendimizi yeni çıkmazların içinde bulduğumuzu açıklıyor.

Tek tek Nick Cave’in albümlerinin içini açmak benim de işime gelirdi. Fakat daha 12 yaşında babası tarafından suç romanları okumaya teşvik edilen bir adamın tapınağında fazla vakit geçirmemek daha iyi. Madem içerideyiz, “Let Love In” (1994)’i diğer tüm Nick Cave albümlerinden farklı bir yere koymak gerekiyor. Elbette albümün içinde “Red Right Hand” gibi bir başyapıt bulunsa da, demek istediğim bundan farklı. Nick Cave bu albümde; beddua etmek ile yardıma koşmayı, çirkinlik ile güzelliği, acımasız olmakla nezaketi mükemmel bir dengede müziğine ve sözlerine yansıtıyor. Ne demiştim başta? O bir cambaz.

Nick Cave için bir gerçek var ki; o da bir erkekte olması gereken tüm seslere sahip olması. 1988 çıkışlı “Tender Prey”, bunu en iyi anlayacağımız albüm. Bob Dylan, Leonard Cohen, Joe Cocker, Tom Waits ve diğerleri. Nick Cave, bu albümde kontrolsüzce dünyaya “Bende tüm bu seslerin hepsi var” diye haykırıyor. Geriye sadece saygı duymak kalıyor.

Karanlık ruh beyazperdede

Sadece sesi ile tekinsizlik, duygusallık ve acıyı iletmiyor Nick Cave, bunu bedenen de yayan bir karizmaya sahip. İlk olarak Alman yönetmen Wim Wenders’ın kült filmi “Wings of Desire”da rol alan Nick Cave, daha sonra Brad Pitt ile “Johnny Suede” filminde bir araya geliyor. Fakat en önemlisi ise kendi hayatını kaleme alıp oynadığı “20.000 Days on Earth” belgeseli. Nick Cave’in kurgu olarak adlandırdığı hatıralarının en gerçekçi yansımalarını bu belgeselde görme şansı yakalıyoruz.

Bir trajedi ve yeniden doğuş

2000 yılında Susie Bick ile olan evliliğinden ikiz çocuklara sahip olan Nick Cave, 14 Temmuz 2015’te hayatının en acı günlerinden birini yaşadı. Cave’in ikiz çocuklarından Dave, uçurumdan düşerek hayatını kaybetti. Bu üzücü olayın ardından ailesinin zor zamanları aşmak için mahremiyete ihtiyacı olduğunu duyuran Cave, bir yıla yakın süren sessizliğini 16. albümü “Skeleton Tree” ve yeni filmi “One More Time With Feeling”i duyurarak bozdu.

Tüm kariyerini zihnindeki dokunulmaz hatıralar ile aydınlatan Nick Cave’in bu kör delikten nasıl biri olarak çıkacağını sadece ben değil tüm dünya merak ediyor. Ne de olsa o ruhun en karanlık köşelerine bile ulaşabilen, cesur bir anlatıcı…

Author: Based Istanbul

RELATED POSTS