Düğünler klasik bir düzende her zaman erkekten çok kadın hakkında olmuştur; damat gelinin istediklerini yapar. Sağdıçlar düğün organizatörünün söylediklerini takip eder. Gelinin babası düğün masraflarını öder ve sonrasında sonsuza dek susturulur… Şimdi sizlere muhtemelen düğününüzle sizden daha çok meşgul olacak bir adamı tanıtacağız: BC Atelier’in Kreatif Tasarımcısı.
Ben aslen Londralı’yım, orada bir kaç değişik işten sonra kendimi PR sektöründe buldum. İşimden nefret ediyordum, ama terfi edip durduğuma bakılırsa görünüşe göre iyiydim -eğer sektörde kalırsam, ömrümün geri kalanını istemediğim bir işi yaparak geçireceğimi farkettim. Dolayısıyla 27 yaşındayken, riski göze alıp işimi bıraktım, yeni bir yön ve öğretmen olduğum yeni bir yaşam için İstanbul’a taşındım… Burada dört yıldır İngilizce öğrettiğim Hisar Okulları’nda Candan Kıramer ile tanıştım, çeşitli okul piyeslerinde ve prodüksiyonlarındaki çalışmalarımı görmüş, ve bana kendisi ve iş ortağı Bettina Hakko’yla beraber organizasyon endüstrisinde çalışmak üzere iş teklif etti.
Herhangi bir şey ve her şey. Her zaman okuyorum -tarih, kültür, tasarım, sanat- ve yaratmak istediğim tasarılardaki şeyler için tutkuyla bayağı derinlere giriyorum. Bir çok konuya ilgim var dolayısıyla projelerim için her zaman yeni ilham kaynakları buluyorum -örneğin en yeni düğün dekor tasarımım Vatel ve Sondheim’ın Sunday in the Park With George isimli müzikal filminden esinlendi… Diğer yandan, müşteriyi sevmem de işe yarıyor; tasarım yaptığım kişi veya çift ile bağ kurduğum zaman işlerim hep daha iyi oluyor…
Zor bir soru çünkü ben daha farklı olmayı bilmiyorum – Sanat ve tasarım bana hep kolay gelmiştir. Ancak, bazen o kadar çok fikrim oluyor ki neredeyse yaratıcılığım tıkanıyor, bu yüzden odaklanmama ve fikirlerimi doğru yere yönlendirmeme destek olan bir takımın parçası olmak iyi oluyor.
Yani birkaç çizgi konusunda emin değilim, ama tüm arkadaşlarım bilir, iyi bir fikir bulduğum anı her zaman bilirim çünkü tüylerim diken diken olur…!
Eminönü’nün kalabalığını ve çılgınlığını çok seviyorum veya Çukurcuma’nın arka sokaklarında dolaşmayı. Beni Nişantaşı veya Bağdat Caddesi’nde alışveriş yaparken değil de, Beyoğlu’nun nostaljik yan sokaklarında bulma olasılığınız daha fazla…
Çalışırken çevremde insanların olması beni rahatsız etmiyor (omzumdan bakıp durmadıkları sürece!) ama yalnız veya diğer türlü, müzik çalarken her zaman daha iyi çalışırım: Björk’ten Sufjan Stevens’a veya Handel’in Coronation marşına kadar her şey.
Şuanda bir düğünün tasarımı üzerine çalışıyorum ve eğlenceli bir mücadele çünkü ‘masal’ teması istiyorlar, ama aynı zamanda organizasyonun çocuksu olmamasını istiyorlar. Projenin nasıl başarıya ulaşacağını merak ediyorum…
Belki de bu şehir bendeki tutkuyu buldu demek daha adil olur… Burada dört yıl öğretmenlikten sonra, İstanbul’dan ayrılmak istediğime karar verdim, ama insanlar bana Londra’ya döndüğümde ne yapacağımı sorduğu zaman her seferinde onlara hiç bir fikrim olmadığını ama işlerin bir şekilde yürüyeceğini söyledim… Sanırım bir şekilde beni burada daha uzun süre tutacak bir şeyin başıma geleceğini hissediyordum – ve işte o zaman bu iş teklifini aldım!
Çocukken bir gün düğün veya organizasyon tasarımcısı olacağımı kesinlikle hayal etmemiştim – özellikle İstanbul’da… Ama şimdi kendimi başka bir şey yaparken hayal edemiyorum!
Kavraması zor mu bilmiyorum, ama hala Türklerin ailelerine bu kadar odaklı olmasına şaşkınım; insanların sağlık sorunlarını tartışırkenki açıklıkları; insanların size kilo aldığınızı rahatça söyleyebilme şekli, ayrıca insanların Londra’da bizlerin olduğundan çok daha az alaycı olmaları…
Önümüzdeki yıl çok yoğun, St Moritz, Bodrum, Londra ve burada İstanbul’da büyük projeler var. Heyecan verici!