Seni biraz tanıyalım. Her şey nasıl başladı ve Puma Blue nasıl bir yolculuktu?
Jacob: Çocukluğumda müzikle çok ilgiliydim. İlk anılarımın çoğunda arabada ya da evde dinlediğim şarkılar var. Geceleri uyumak yerine MP3 çalarımla müzik dinlerdim. 7 yaşındayken ailem bana davul dersi hediye etti ve baterist oldum. Bu bir takıntıya dönüştü, her gün saatlerce çalıyordum. Yavaş yavaş, 12-13 yaşlarındayken, kendi kendime gitar çalmayı öğrenmeye başladım. Besteler yapıyordum ama uzun süre bunları sadece hafızamda tuttum. 16 yaş civarındayken de süper eski bir yazılımla kayıt ve prodüksiyon yapmayı öğrendim.
Neredeyse boş mekanlarda pek çok kez sahne aldım. Puma Blue 2015’te ortaya çıktı çünkü söz yazarı / besteci kategorisinin dipsiz kuyusuna atılmak istemiyordum ve yazdıklarım da bir canlı grup gerektiriyordu. Böylece kulağa tek bir kişi yerine bir proje gibi gelen bir isim buldum ve bu isimle küçük, lokal şovlarda boy göstermeye başladım. Sonunda Güney Londra’da kendi performansımı düzenledim. 2014’te gerçek ismimle bir demo yayınlayıp biraz ilgi gördüm ama 2016’da Puma Blue olarak SoundCloud’a “Want Me”yi koyduğumda parçalar yavaş yavaş bir araya gelmeye başladı.
Müziğinde derin bir hüzün, nostalji ve en önemlisi duygudaşlık hissediliyor. Müzik yoluyla bağlantılar kurarken bu kavramlara nasıl yaklaşıyorsunuz?
Jacob: Sadece orada olanı dışa vuruyorum, oturup ne yazmak istediğimi düşünmüyorum. Hepsi, bilinç düzeyinde ya da bilinçdışı deneyim ve derin duygulardan doğuyor. Beni sürekli müzik yazımına döndüren simya benzeri önemli bir faktör olduğunu düşünüyorum. Joni Mitchell, dinleyicilerin müzikte sadece müzisyeni değil kendilerini de bulmasılarının öneminden bahsediyordu. Bu nedenle yazdıkça daha açık yazmaya, kendi gizli kodlarımı kullanmak yerine daha çözümlenebilir olmaya çalışıyorum.
“Hedefimin insanları duygularıyla bir araya getirmek olduğunu düşünüyorum. Kafalarının içinden çıkıp bedenlerine ve ruhlarına girmelerini istiyorum. “
Jacob Allen
Puma Blue motiflere getirdiği yorumla ön plana çıkıyor. Bu sesleri keşfetmenizin ardındaki süreç neydi?
Jacob: Büyük bölümü dinlediğim müziklerden geliyor. Kapsayıcı sesleri ve enstrüman sesi gibi gelmeyebilecek sesleri seviyorum. İlk zamanlarda dub müzikten, ses sistemlerinin lo-fi cızırtısından ve dengesiz gecikmelerinden çok ilham aldım. Bu etki özellikle canlı setlerimde hâlâ görülüyor. Burial’ın fotografik ve dört boyutlu duygusu yaratan müzik yapma tarzı beni hep çok etkiledi. Eski kayıtların sesleri, eski casus filmleri ve caz kayıtlarından da ilham alıyorum. Kusurlu yapılar, filmin doğasında olan kumlu görüntü ve çarpıklıklar gibi unsurlar bazen tek başlarına bir doku görevi görüyorlar. Bana özgün gelen şeyi ararken bazen parçalar yerine oturmayabiliyor, zaman zaman sadece deneme yanılmaya dönüşüyor. Büyük bölümünü kimsenin duymadığı çok fazla müzik yapıyorum.
Müziğiniz hep geri dönmemizi sağlayan bir atmosfere sahip. Peki bu geceye özgü ambiyansta Jacob ne kadar yansıtılıyor?
Jacob: Uzun süre, belki 11 yıl boyunca uykusuzluk çektim. Müziğimin büyük bölümünü gün batımından şafağa kadar geçen sürede yaptım. Şimdi daha iyi uyuyorum ama özellikle yaşadığım yerde gece hâlâ beni büyülüyor – uçsuz bucaksız karanlık, cırcır böceklerinin, baykuşların, yağmurun sesleri, şimşekler… O alanda müzik son derece rahat bir şekilde var oluyor. Hayatın sesi kısılıyor.
Duygu yüklü bir sound’unuz var. Duyguyu müzikal bağlam içinde nasıl yönetiyorsunuz?
Jacob: Bence işin büyük kısmını müzik sizin yerinize yapıyor. Bazen progresyonda bir bas notasını tek bir akor kaydırmak seste bir kilit açıyor – bunun nasıl olduğunu açıklayamıyorum ve açıkçası sistemin nasıl çalıştığını bilmek de istemiyorum. Sadece bunun beni aşan bir şey olduğunu biliyorum ve onu yönetmemin tek yolu, onunla etkileşime geçmek, kendimi onun gücüne açmak ve kararları o duyguya, o içgüdüye bırakmak. Ses de çok güçlü bir şey, kaynağını doğrudan sizden alan bir kanal, gerçek sesinizi isteseniz de kontrol edemezsiniz. Pek çok açıdan ses, diğer tüm enstrümanlardan daha dürüst.
Söz yazımına yaklaşımınız nasıl ve hangi temalar sizi daha çok kendine çekiyor?
Jacob: Son albümde ölümle ilgili çok yazdım. Hem benim hem de gruptaki diğer herkesin sürekli etrafındaydı ve göz ardı edilemeyecek kadar olağan hale gelmişti. Bir de aşk tabii, hissetmenin pek çok farklı yolu olduğu için çok uzun zamandır hakkında şarkılar yazılıyor. Aşk ve ölüm hakkında yazmanın zaman zaman aynı şey olduğunu fark ettim. Yalnızlık üzerine çok yazdım. Her şarkıyı farklı şekilde yazıyorum ama sık sık kendi şiirlerimden sözler çalıp gerektiği noktalarda değiştiriyorum.
Albüm kapaklarınızda, ayrıca “Holy Waters” ile birlikte yayınladığınız fotoğraf günlüğünde bol miktarda flaşlı fotoğraf ve grenli vintage efekt kullanımı görüyoruz. Bunun nedeni Puma Blue’nun görsel ve işitsel dünyalarını bir araya getirme isteği mi yoksa sadece arşivcilik mi yapıyorsunuz?
Jacob: Biraz biraz ikisi de. Her projenin görsel dünyasını ister istemez düşünüyorum. Her ne kadar öne çıkan form müzik olsa da kendimi bir müzisyenden ziyade bir sanatçı olarak görüyorum. Ama belgelemeyi de seviyorum. Duyduğum büyük minnettarlıkla, turnede, stüdyoda ya da herhangi bir yerde çok fotoğraf çekiyorum. Holy Waters’la gelen fotoğraf günlüğünün amacı, dinleyiciyi albümün kaydedildiği ortama davet etmek, stüdyoda geçirilen geceler ve yüzülen soğuk sular hakkında fikir vermekti. O albümün içinde birlikte yaşadık ve albüm kapağı içeriğinin bir andaç yerine geçmesini istedim.
Konserlerinizde büyük bir konsantrasyon ve gerilim hissediliyor. Sahneyle ilişkiniz nasıl? Nasıl bir deneyim yaratmayı hedefliyorsunuz?
Jacob: Genellikle canlı çalmayı seviyorum.Özellikle grup elemanlarıyla aramdaki etkileşim ve kimya hoşuma gidiyor. Ama bir dinleyici kitlesi karşısındayken çok özel bir şey oluyor. En gümbür gümbür parçaları bile stüdyoda ya da provada çalarken yaşanan donukluk hali ortadan kalkıyor ve bir şey canlanıyor. Hedefimin insanları duygularıyla bir araya getirmek olduğunu düşünüyorum. Kafalarının içinden çıkıp bedenlerine ve ruhlarına girmelerini istiyorum. Hatta bedenlerinden de çıksınlar. Sadece insanlara ağlamaları, şarkı söylemeleri, öfkelenmeleri ya da ne gerekiyorsa onu hissetmeleri için bir yol sunmaya çalışıyorum. Biraz dinginlik de sağladığımızı düşünmek isterim. Dinamikler benim için çok değerli.
Ana kaynağınız ne? Yaratıcılılık tıkanmaları yaşadığınızda ilham ve motivasyonu nereden buluyorsunuz?
Jacob: Doğa. Birine yardımcı olmayı hatırlamak. Arkadaşlarla yemek ve şarap paylaşmak. Eskiden çok çalışıp yaşamayı unuttuğum oluyordu ve yazdıklarım çok boş geldiği için öfkelenirdim. Pandemiden sonra kötü bir yazar tıkanması yaşadım ama bununla fark ettim ki müziğim gücünü yaşamdan, deneyimden alıyor. Kaynaklarımın bir diğeri de sadece müzik dinlemek. Doğrusunu söylemek gerekirse daha çok eskilerin müziği. Onlarda bize ilham verecek çok, pek çok şey var.
D’Angelo, John Frusciante, J Dilla ve Radiohead gibi çok çeşitli sanatçılardan ilham alıyorsunuz. Bu esinikendi oluşturduğunuz tarza nasıl aktarıyorsunuz?
Jacob: Bana esin veren her sanatçıdan farklı felsefeler edindim. Bahsettiğin sanatçıların bazılarını ele alırsak, D’Angelo uçsuz bucaksız bir ilham deryası ama ondan en çok duygu alıyorum. İncelemeyi gerektiren o kadar çok şey var ki şu anda oralara girilmez. Voodoo’yu diğer her albümden daha çok dinledim ve her seferinde yeni bir şeyler buluyorum. Frusciante geri vokal aranjmanlarıyla müthiş ilham verdi ve gitara temas ve yaklaşımımı büyük ölçüde onun çalma şeklinden edindim. Bir nevi ham, cesur minimalizm diyebiliriz.
Orijinalliği ve özgünlüğü nasıl tanımlarsınız? Bir kişi tamamen özgün olabilir mi?
Jacob: Bu zor bir soru. Özgünlüğü bir seçim olarak görüyorum. Dürüst, samimi ve dolayısıyla özgün olmayı tercih edebilirsiniz. Ama bu orijinal olmak anlamına gelmeyebilir.
Puma Blue bir kişi olsa nasıl giyinirdi? Dünyayı nasıl algılar ve kendini nasıl ifade ederdi?
Jacob: Ha-ha! Açıkçası şu anda kendimi Ben Kenobi gibi hissediyorum. Puma Blue bir birey, “O” benim. Ama sanırım bu sıkıcı bir cevap. Puma Blue bir birey olsaydı, bu sorunun hatrına gerçekte olmadığını varsayalım, elbette uçuş uçuş dalgalanan, yosunlu duman gibi koyu renklerde cübbeler giyer ve dişlerinin arasında bir gül tutardı.
Sizi bir şarkının kaydedildiği ana götürebilecek bir kulaklık olsaydı ilk neyi dinlerdiniz?
Jacob: Bu, bir öncekinden de zor bir soru. Muhtemelen Hugh Masakela’nın “Hope” albümünden “Stimela (The Coal Train)”nın canlı kaydını. Ama belki de bu hakkımı boşa harcamak olurdu çünkü her dinlediğimde zaten orada oluyorum
Interview by Tunga Yankı Tan