The Human Voice

Arts & CultureNovember 25, 2024
The Human Voice

Aşkın sınırlarında yankılanan bir çığlık, yalnızlık ve arzunun sahnesinde Pedro Almodóvar’ın tutkulu dokunuşlarıyla bir araya gelen bir benlik öyküsü… Tanıdık olduklarımız kimimiz için yalnızca bir sahne, kimimiz için ise yalın bir gerçek—karşınızda, The Human Voice!

İspanyol sinemasının usta isimlerinden Pedro Almodóvar, 2020 yapımı kısa filmi The Human Voice ile hem bir klasik esere modern bir yorum getiriyor hem de sinematik anlatımını farklı bir boyuta taşıyor. Fransız yazar Jean Cocteau’nun aynı adlı tiyatro oyunundan ilham alan kısa film, Almodóvar’ın İngilizce çektiği ilk film olma özelliğine sahip. Almodóvar, sinemasında kadın karakterlerin duygusal ve psikolojik katmanlarını derinlemesine işleyerek izleyiciyi hem zihinsel hem de duygusal bir yolculukta sersemletiyor. Bu filmde de Tilda Swinton’ın büyüleyici performansı, yönetmenin görsel dünyasıyla birleşerek minimalist ama yoğun bir deneyim sunuyor. 

Tek bir mekânda terk edilmiş bir kadının, eski sevgilisiyle yaptığı son telefon görüşmesindeki duygusal yoğunluklar konu başlığımız. İzleyici, kadının hislerine kimi zaman mesafeli bir gözle bakarken, kimi zaman da onun duygusal karmaşasına kapılmaktan kendini alamıyor. Film, bu duygusal yoğunluk üzerinden aşk, tutku ve ayrılık kavramlarını düşündüren fikirler ateşliyor. Kadının eski sevgilisine duyduğu saplantılı tutku, bir noktada kendi benliğini de ikiye bölüyor: bir yanda özne olarak kendi varlığı, diğer yanda nesneleştirdiği ilişki durumu. 

Heidegger’in “Dil, varlığın evidir” sözünü hatırlatırcasına filmde kullanılan dil, hakikatin değil, bir yanılsamanın aracı olarak karşımıza çıkıyor. Kadının her sözü, sevgilisini geri kazanmak için birer performans gibi. Diğer yandan, telefon artık sadece bir iletişim aracı değil; iki kişi arasında somut bir sınır, elle tutulur bir bariyer. Kadının sesi, sevgilisine ulaşmaya çalışan bir köprü gibi görünse de aynı zamanda bu mesafenin sert bir tasviri—simgesel düzenin içinde sıkışıp kalmanın gerçek acısı.

Freud’un yas teorisine göre, sevilen kişinin kaybı sadece bir “öteki”nin kaybı değil, aynı zamanda benliğin bir parçasının yok olması anlamına gelir. Filmde kadının yalnızlığı da bu bağlamda varoluşçu bir perspektifle ele alınır. Sartre’ın “Öteki cehennemdir” sözünü tersine çeviren bir şekilde, kadının yalnızlığı, Cocteau’nun dediği gibi “öteki olmadan cehennem”dir.

Filmin görsel dünyası, Jean Cocteau’nun La Voix Humaine oyunundaki Giorgione ve Titian’ın ‘Uyuyan Venüs’tablosuna bir selam duruyor. Bu tablo, hem huzurun hem de erişilemeyen arzunun simgesi. Kadının trajedisiyle örtüşen bu görsel, basit bir dekor olmanın ötesine geçerek hikâyenin ruhuna ait somut bir parça olarak karşımıza çıkıyor. Venüs, idealize edilmiş bir arzu nesnesi olarak pasif bir bekleyişte kalırken, kadın karakter de bir telefon hattına tutunmuş, çaresizliğin sıkışıklığını resmediyor. Büyük çerçeveye baktığımızda, saplantılı tutkuların içsel çatışmalarını gözlemleyip tutkunun sessiz çığlıklarına kulak kabartıyoruz. Almodóvar, tıpkı Cocteau gibi aşkın, arzunun ve kimlik arayışının karmaşıklığını gözler önüne seriyor. 

The Human Voice, hem Cocteau’nun mirasına saygı duruşunda bulunuyor hem de Almodóvar’ın kadın karakterlerin iç dünyasını derinlemesine keşfetme ustalığını bir kez daha ortaya koyuyor. Yalnızlık ve arzunun sınırlarında gezinen bu trajedi, bildik bir hikâyeyi çağdaş bir estetikle, sanki ilk defa anlatılıyormuş gibi yeniden doğuruyor.

Filmin etkisi havada bir duman bulutu gibi dağılırken bu tanıdıklığın içinde yalnız kalıyor ve içinde bulunduğumuz duyguları bir playlistte yoğunlaştırıyoruz: 

Author: Based Istanbul

RELATED POSTS