Sizin için kamera karşısında ya da tiyatro sahnesinde olmak arasında bir fark var mı? Oyunculuğa yaklaşımınız bulunduğunuz yere göre değişiyor mu?
Sinema, tiyatro, dizi; bunları birbirinden ayırmamak lazım. “Sinema benim için bambaşka”, “Tiyatro bizim kutsalımız” gibi bir durum yok. Hele yaşadığımız bu çağda, Z ve Alfa kuşağı ile aynı havayı soluduğumuz dünya düzeninde kutsallara hapsolmamak lazım. Buna sosyal medya ve dijital platformları da ekleyebiliriz. Çünkü onları sanatsal bulmamak da kötü bir bakış açısı olur. Bu “Sen yapamazsın” ayrışmasını en kolay aşan fotoğraf sanatı oldu. Şu an milyarlarca insan tarafından ‘hacklenen’ bir sanat dalı fotoğrafçılık. Herkes fotoğrafçı, herkesin elinde kamera var.
Sosyal medya bahsettiğiniz bu bağlamda mesleklerin formunu da değiştirdi. Bu oyunculuğa nasıl yansıyor?
Fotoğrafçılık mesleğini profesyonel anlamda yapanların hiçbiri “Bu ne? Neden fotoğraf çekiyorsun?” demedi başkalarına. Herkes haberci oldu bir yanda da. Şili’de kadınların cep telefonlarıyla çektikleri videolar sosyal medyada inanılmaz bir etki yaratıyor. Tüm bunlar yaşanınca bir şeyler değer mi kaybediyor? Hayır, aksine değerleniyor. Bir gün biri Instagram’da bir dakikalık dizi çekebilir. O zaman “Kaşem düşük, oynamayacağım” mı diyeceksin? Her meslek kendi etiğini güncellemeli. Bunların hiçbirini ayırmamalı. O yaratım imkanlarını her alanda kullanabilen kişinin adı zaten sanatçı. Öbür türlüsü tüccar bence.
Kurucusu olduğunuz DasDas, İstanbul’un önemli tiyatro merkezlerinden biri haline geldi. İstanbul’un tiyatro dünyasını güçlendiren, DasDas’ın da dahil olduğu bu yeni mekanlar hakkında neler düşünüyorsunuz?
İstanbul merkezli tiyatrolardan konuşsak da aslında dev bir gelişimin içindeyiz. Bu yıl krize rağmen Türkiye’de sekiz milyon tiyatro seyircisini görebileceğimiz bir dönemden geçiyoruz. Mesela DasDas’ın seyirci sayısı, Paris Şehir Tiyatrosu’nun seyirci sayısından daha fazla. Kadıköy’deki seyirci rakamı birçok dünya şehrinden daha fazla. Bunlar ilham verici göstergeler. Burada Haluk Bilginer’in, Oyun Atölyesi’nin çok büyük etkisi söz konusu. Ondan önce Devekuşu Kabare dönemlerinden bahsedebiliriz. 1950’li yıllarda İstanbul’daki tiyatro sayısı, New York’takinden daha fazla. Öyle bir noktaya geldik ki bunları unuttuk. Şimdi tekrar o 1950’li yıllardaki yere doğru gidiyoruz. Dünya değişiyor. Artık daha nitelikli, bilginin dokunabileceği, bağ kurabileceği yapıların içinde olmak istiyor insanlar.
Türkiye’deki tiyatro ortamının son yıllardaki zenginliğinin niteliği ve oyunların sanatsal seviyesi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Sanatsal seviyesini değerlendirmek için bu yıl çıkan 150-200 oyunun hepsini izlemem gerekir. Ben kendi adıma derdi olmayan metinleri oynamayı çok eğlenceli bulmuyorum. Son yıllarda çok sayıda yeni metin yazıldı. Yabancı bir sürü metin çevriliyor. Bu bana mutluluk veriyor. Mesela Ocak itibariyle DasDas’ta bir çeviri atölyesi başlatacağız. Bunlar bizim anlam arayışımız aslında. Ben neyi okuyorum? Bende anlamı olan şeyi okuyorum. Yazarken ve oynarken de aynı amacın peşinden gidiyorum. İnsanlar “Ömrümü sabah dokuzdan akşam beşe kadar bu kurumsal yapıya neden veriyorum?” diye soruyor. Bunun bir anlamı olmalı ve bu da sadece kapital olmamalı. Zaman dediğimiz şey gerçekten paha biçilmez. Seyircinin burada olduğu süre için de bu geçerli. Ben hep o kaygıyla sahneye çıkıyorum. Buradan kafasında hayata ve dünyaya dair en ufak bir soruyla çıkıyorsa, bu gerçekten çok değerli.
Birçok farklı toplumsal fayda projesinde yer alıyorsunuz. Sizce oyunculuğun bunlarla kesişim noktası nedir? Tiyatro ve sinemanın üretildiği, sahnelendiği toplumlar üzerinde nasıl bir sorumluluğu var?
Sorumluluğu tam olarak bir önceki soruda bahsettiğimiz şey aslında. Eğer tiyatro, sinema veya benzeri faaliyetler bundan bağımsız yapılıyorsa zaten orada bir etik problem var demektir. Ben ‘toplum için sanat’tan yanayım. Sanatla ilişkimizi herkesin erişebileceği ve anlayabileceği bir yerden kurabilmek önemli. Bugün burada Zengin Mutfağı sahnelenecek. 1970’li yıllarda yaşanan bir işçi devriminin yarattığı etkiye dair bir oyunu, 35 yaş altı bir seyirci gelip izliyor. Onlar dünyada yoktu bile bu olaylar yaşandığında. O yıllarda işçilerin hakları için ayaklanıp İstanbul’a kadar yürüdükleri ana tanık oluyorlar. Bu ancak sanatla yapılabilecek bir şey. Şener Şen’le 35 yaş altı seyircilerin ortak bir noktada buluştuğu, karşılıklı empati kurdukları bir andan bahsediyoruz. Güldükleri, gözlerinin dolduğu ve ayakta alkışladıkları bir şeye şahit oluyoruz. Bu benim için acayip bir deneyim. Dokunabilecek o kadar çok mesele var ki bugünün dünyasında; birkaçına dair kelam etmiyorsan bu bana biraz tuhaf gelir. Didaktik olmak veya parmak sallamak zorunda değiliz ama oyunlarımızın, hayatımızın, çalışmamızın bu şekilde olması lazım.
Joseph K.’nın da dahil olduğu bir dizi oyununuz bu sene de sahnede. Canlandırdığınız karakterlerden neler öğreniyorsunuz?
Her karakter başka bir deneyim. Mesela Joseph K. kurumsal dünyaya daha yakın bir kişilik. Onu ilk okuduğumda çok sevmiştim. Dava’daki ve bizim Tom Basden metininden uyarladığımız Joseph K. farklılar. Dava’daki Joseph K. 20’nci yüzyılda yaşarken, benim oynadığım 21’inci yüzyılın hayat kodlarıyla yaşıyor. Fakat ikisinin de sonu ve gittiği yol aynı. Joseph K.’nın parçası olduğu sistemin içinde diğerlerini suçlarken orada kısılıp kalması beni çok etkiliyor. Geçenlerde bir söz gördüm; “Eğer bir çukurun dibindeysen hemen kazmayı bırak.” Çünkü o çukuru kazan ve onu yaratan sensin. O kadar doğru ki bu söz! Aslında Joseph K.’yı da özetliyor. Kendi öcülerimizi, düşmanlarımızı yaratıyoruz. Bu çağ tam onun çağı.
Bu sezon Türkiye’den kendinizinkiler dışında sadece tek bir oyun izleyecek olsanız hangisini seçerdiniz?
Yakında DasDas’da sahnelenecek olan Bişey Yap Met beni çok heyecanlandırıyor; çünkü Aziz Nesin metni. Bununla birlikte Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatro Teşvik Ödülü’nü verdiğimiz Tiyatro BeReZe’nin AN-SIZI-N adlı oyununu da izlemek istiyorum.
Yapımcılığını üstlendiğiniz oyunları fikir aşamasından sahneye taşırken hangi temel değerlere dikkat ediyorsunuz?
Oyunun fikir aşamasından realizasyon anına giden yolda metnin gücü, ortaya çıkacak oyunun etkisi, evrensel açıdan anlamlı unsurlar barındırıp barındırmaması ve sahne sanatlarına ne katacağı gibi konular üzerinden çalışmaya başlıyoruz. Günün sonunda oyun izleyici ile buluştuğunda izleyici oyunu sevse de sevmese de “Bu oyun neden yapılmış” dememeli. Bir şekilde olumlu ya da olumsuz bir etki hissetmeli. Biz bu etkinin, bu sözün, izleyicinin algısını bükmek gibi bir hevesin peşindeyiz.
Prodüksiyon açısından oldukça büyük yapımlarda da sizin isminiz var. Bu tip oyunları mütevazı prodüksiyonlara göre farklı kılan şeyler neler?
Büyük ve küçük yapımlar ölçek, bütçe, konunun ne çapta ele alınacağı üzerinden ayrışabiliyor. Prodüksiyonun sahne önü ve arkasında nicelik olarak nasıl bir ekiple üretileceği, salonun seyirci kapasitesi, iletişim çalışmasının hangi ölçekte kurgulanacağı gibi birçok unsur üzerinden ilerleniyor. Oyunun etkisi ve gücü ise boyutundan tamamen bağımsız bir konu.
Eğlence anlayışının teknolojiyle yeniden tanımlandığı bu yeni çağda tiyatronun geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Teknolojik ve dijital öğelerin tiyatro alanında kullanılmasının tiyatronun geleceğini belirleyen konu olduğu düşünmüyorum. Klasik ya da dijital, hangi biçimde yapıldığından ziyade tiyatronun geleceğini üretimin hiç durmadan artması, nicelik kadar nitelik anlamında da yükseliş yaşanması belirleyecek. Ancak dijital sahne sanatlarının da bugünün ve geleceğin dünyasında çok büyük yeri ve etkisi olacaktır. Seyircide yarattığı etkinin daha çok deneyim yaşamaya dayalı olduğunu da düşünüyorum. Özetle, bir oyunu dijital ya da klasik nasıl yaptığınızdan çok etkisinin ne olacağı önemli.
Tiyatronun farklı türlerdeki sahne performansları ve sanat türleri ile ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tiyatro sanatı bir anlamda bütün sanatların bir birleşimi gibi de değerlendirilebilir. Tiyatro; resim, müzik, sinema, yazı, psikoloji, sosyoloji, mimarlık, tasarım, dans gibi birçok dalı sahne önü ve arkasında barındırır. Onlardan beslenir. Önemli olan beslendiği bu unsurların nasıl bir uyum içerisinde birleştiği, harmanlandığıdır.
Dünyanın geri kalanıyla karşılaştırıldığında tiyatro günümüzde Türkiye’de nasıl bir yerde duruyor?
Bugün Türkiye’de tiyatroya hem üretim hem de izleyici anlamında büyük bir yönelim olduğu ortada. Niceliğin sakinleşerek niteliğin zenginleşmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Dünyada ise tiyatronun tıpkı Türkiye’de olduğu gibi geleneksel ve köklü bir yeri var. Çağdaş zamanlardaki üretim konusunda ise Türkiye az da olsa dünyayı geriden takip ederek, özellikle bağımsız toplulukların katkısı ile iyi bir noktaya doğru gidiyor.
Bu sezon Türkiye’den kendinizinkiler dışında sadece tek bir oyun izleyecek olsanız hangisini seçerdiniz?
23. İstanbul Tiyatro Festivali’ndeki Being Faust / Enter Mephisto adlı oyuna giderdim. Goethe’nin Faust’undan Benjamin von Blomberg’in uyarladığı ve Goethe Institut & Nolgong işbirliği ile tasarlanan, telefona indirilen bir aplikasyon üzerinden Yiğit Özşener’in moderatörlüğünde seyircilerin oyuncuya dönüştüğü oldukça ilginç bir deneyim.
Yönetmenliğini yaptığınız oyunları sizin için değerli yapan nedir? Üzerinde çalışacağınız oyunu seçerken önem verdiğiniz noktalar neler?
Çalışma süreci bitmeyen, oyuncu merkezli, kendi hayatımda dert edindiğim meseleleri konu alan, yaratıcı sürecini çok sevdiğim arkadaşlarımla birlikte geçirdiğim oyunlar olması benim için değerlilik yaratıyor. Bir oyun yapmak bir sözü iki yıl boyunca savunmak demek. Dürüst anlatılar oluşturabileceğim, iyi ve derin yazılmış karakterlerin olduğu, oyuncu yönetimine izin veren oyunlar seçmeye çalışıyorum.
Sizin de dahil olduğunuz genç neslin izleyici ve yaratıcı olarak tiyatro ile nasıl bir ilişkisi var? Bu kadar eski ve radikal değişikliklere uğramamış bir tür olmasına rağmen neden tiyatroya ilgi hiçbir zaman kaybolmuyor?
Tiyatronun arada hiçbir aktarma kanalı olmadan seyirciye direkt ulaşması, yani aslında beş duyuyla algılanabilir oluşu benim için çok özel. Günümüzde tiyatro izleyici sayısı sosyal medyanın yarattığı görünme çabasıyla birlikte artıyor. Bunun getirdiği pozitif ve negatif durumlar var. Negatif durumların en önemlisi maalesef zorbalık. Yani yapılan oyunların sahte kimliklerle eleştiri yağmuruna tutulması, birilerinin üreten olmasına duyulan tahammülsüzlük, izleyici kalitesinin düşmesi, oyunların kaydedilmesi, fotoğraflanması, kısacası tiyatronun o an yaşanan bir şey olmasının büyüsünün bozulması. Pozitif tarafıysa seyircinin neredeyse her oyuna ilgi göstermesi, bilinçlenmesi ve bir oyuna ilgi göstererek aslında ne izlemek istediğini bize tarif ediyor olması.
Türkiye’de sahnelenen güncel oyunlarda yabancı metin uyarlamalarına sıklıkla rastlıyoruz. Yönetmen olarak siz de ağırlıklı olarak bu tip metinlerle çalışıyorsunuz. Bu durum tiyatroya bakış açınızı ve oyunlarınızı nasıl şekillendiriyor?
Dünya tiyatrosunu takip etmek güncel kalmamı ve daha iyi oyunlar yapmak için motive olmamı sağlıyor.
Sansür Türkiye’de birçok alana nüfuz etmiş durumda. Siz cesur olarak nitelendirilebilecek temalar üzerinde çalışıyorsunuz. Bu bağlamda, Türkiye’deki tiyatro ortamının ne kadar özgür olduğunu düşünüyorsunuz?
Bütün oyunlarım sevgi-sevgisizlik üzerine kurulu ve benim dünyamda sevmeyi cesaret olarak tanımlayacak hiçbir otorite yok. Bu nedenle de elimden geldiğince bu oyunları yapmaya devam edeceğim. Tiyatro nispeten özgür bir alan olsa da oyunları yasaklanan birçok meslektaşım var. Bu durumda özgürlükten ne kadar bahsedilebilir bilmiyorum.
Gerçekleştirmeyi hayal ettiğimiz şeyleri de düşünerek, tiyatronun bugününe ve geleceğine dair size neler heyecan veriyor?
Tiyatronun birçok sanat dalıyla iç içe giriyor olması, işini çok iyi yapan sanatçılarla çalışmak, çalıştığım insanların birbirini destekleme gayreti beni heyecanlandırıyor.
Bu sezon Türkiye’den kendinizinkiler dışında sadece tek bir oyun izleyecek olsanız hangisini seçerdiniz?
Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun yazdığı, Hira Tekindor’un yönettiği Toz oyununa giderim. Çünkü çok iyi bir iş birliği. Üstelik sahnede Zerrin Tekindor’u izliyor olacağım.
Son birkaç sezonun Kalp, Fotoğraf 51, Evlat gibi gözde oyunlarında çevirmen olarak sizin adınız var. Sizin bu oyunlarla buluşmanızın hikayesi nedir?
Önce orijinal metnin bende çevirisini yapma isteği uyandırması lazım. Oyundaki tek bir replik bile beni çevirisini yapmam için tavlayabilir. Sevmediğim bir metni çevirmek angarya geliyor bana. Önemli olan hem benim, hem de seyirci için oyunun işe yarar bir derdinin olması. Bazen izlediğim, okuduğum metinleri tiyatro topluluklarına önerdiğim de oldu. Bazılarında da onlar çevirmemi istedi.
Metinleri farklı bir dile uyarlarken nasıl bir yaklaşımınız var?
Önemli olan, metnin orijinalinin verdiği tadı kaybetmeden dilimize dönüştürmek. Seçtiğiniz her kelime çok önemli. Çok ince bir iş. Metnin edebi kalitesini asla düşürmemek, sıradanlaştırmamak gerek. Kullanmayı sevdiğiniz kelimeleri, ifadeleri değil; metne hizmet edenleri bulmak lazım çeviri yaparken. Kolaylıkla düşülebilecek bir tuzak bu, düşmemek lazım.
Bir tiyatro metnini evrensel ve zamansız yapan şey nedir? Hangi türden metinler doğdukları ülkenin sınırlarının ötesine de rahatlıkla seslenebiliyorlar?
Burada önemli olan insan faktörüdür. İnsana dair bütün duygular, düşünceler ne kadar samimi ve ilginç şekilde ifade edilirse, o kadar kalıcı ve zamansız oluyor metin. Zaman, mekan fark etmez. Doğru değerlendirilmiş, doğru ifade edilmiş, bütün duyguları seferber edilmiş kuvvetli ve özel karakterler hep bir zamansızlığın içinde olacaktır.
Klasikleşmiş metinlerle güncel metinler arasında nasıl bir farklılık görüyorsunuz?
Klasik metinler kendi gününün güncelidir aslında. Döneminin estetik değerlerini, felsefesini, evrimini, en saf duygularını başarıyla ifade edebilenler ve en önemlisi orijinal, yaratıcı düşünceye sahip olanlar kalıcı olur ve klasikleşirler. Klasik metinler zamansızdır. Bu nedenle de aradan yüzyıllar geçse de şimdiki zamanın derdiyle örtüşürler. Klasik, aslında bir nevi tortudur. Estetik değerler taşıyan bu tortunun dışında kalanlar, güncel olmaktan öteye gidemezler ve elenir giderler. Güncel metinlerse genelde deneyseldir, cesurdur, cüretkardır. Bu klasik baskısından sıyrılıp çıkma arzusudur bazen de… Güncel, heyecan uyandırmak için yapılır. Hedefi, en yeni olanı bulmaktır. Ona ulaşmak için, gelişen bilimi ve teknolojiyi de kullanır. Şimdiki güncel tiyatro anlayışından hangi metinler ilerinin klasiği olacak, bilmiyorum.
Yönetmeni olduğunuz oyunları da düşünürseniz, sahnelenen bir oyunda metnin niteliği oyuncuların performansını nasıl etkiliyor? Oyuna göre değişir elbette ama size göre merkezde metin mi, oyuncu mu var?
Başta, bir metni sevdiğin, inandığın için o metni çalışmaya başlıyorsun. Ondan sonra da doğru ‘cast’ yapmaya çalışıyorsun. Metnin kuvveti oyuncuyu daha incelikli, daha özenli bir çalışmaya götürüyor haliyle. Doğru bir uyum yakalanınca her şey yolunda gidiyor. Tiyatro fazlaca oyuncunun yeridir. Oyuncu yeteneğiyle kötü bir metni bile size izlenir kılabilir bir şekilde. Çok tatmin edici bir sonuç mu olur? Tabii hayır. Ama çok iyi bir metnin, doğru oyuncularla buluşmamasının tanığı olmak da çekilir dert değildir.
Türkiye’deki tiyatro ortamının gelişimine çeviri metinler nasıl bir katkı sağlıyor?
Çeviri oyunların ülkemizde sahnelenmesi, tiyatro dünyasının nabzını tutmayı sağlıyor. Yurtdışında oyun seyretme ya da metinlerin orijinallerini okuma imkanı olmayan tiyatroseverler için bu çok önemli. Başka meselelerle, duygularla, tarzlarla, yazım biçimleriyle tanışmış oluyoruz bu şekilde. Bu zenginlik ülkemizdeki tiyatro ortamını da yukarı taşıyor. Ne kadar çok olursa o kadar iyi.
Bu sezon Türkiye’den kendinizinkiler dışında sadece tek bir oyun izleyecek olsanız hangisini seçerdiniz?
Londra’da yaşadığım için İstanbul’da bu sezon oyun seyredemedim henüz. Ama Gestus yapımı olan ‘Orijinal Günahlar’ oyununu merak ediyorum. Çok güzel şeyler duydum hakkında.
Yönetmen ve çevirmenliğin yanı sıra, İstanbul’un önemli tiyatro atölyelerinden ve sahnelerinden birinin, Craft’ın kurucususunuz. Bu mekanın varlığı mesleğinize ve şehirdeki tiyatro hayatına neler katıyor?
Craft 2011 senesinde atölye olarak kuruldu ve o yıldan beri çok sayıda oyuncunun yetişmesini sağladı. Sadece oyunculuk da değil, yaratıcılığımızı geliştiren her branşı keşfettiğimiz bir yolculuğun içindeyiz. Craft Tiyatro 2012’de kuruldu ve öncelikle her sene minimum bir oyun sahnelememizi sağladı. Bu oyunlar seyirciyle buluştu. Öğrenciler ve profesyonel işlerin birlikte geliştiği bir ortam oluştu. Bu ortamda keşfetmek de, üretim de hiç bitmedi. Bu mekan İpek Bilgin, Hatice Aslan, Dolunay Soysert gibi tecrübeli oyuncularla yeni oyuncuların bir araya gelmesini sağladı. Craft çocuk ruhlu profesyonel bir mekan.
Waterproof, Yutmak, Fotoğraf 51 ve Kalp bu sene sahnede olan oyunlarınız. Sizin için bu oyunları özel kılan şey nedir?
Hepsinin hikayesi farklı farklı. Fotoğraf 51 ve Waterproof‘un ortak özelliği gerçek olaylardan alınmış olmaları. Craft’da ilk defa dönem oyunlarına yeni bir gözle bakmayı tercih ettik. Bu yönetmen olarak benim de yeni şeyler keşfetmeye duyduğum açlıktan kaynaklandı. Fotoğraf 51, DNA’nın keşfinin Rosalind Franklin tarafından yapılıp, hakkının nasıl yendiğinin hikayesini anlatıyor. Rosalind’i ve dünyasını tanımak çok enteresandı. Büyüleyici bir kadın. Waterproof‘da Aberfan Faciası sonucunda çocuklarını saniyeler içinde kaybeden annelerin hikayesini anlatıyoruz. Çok sert bir hikaye. Yutmak ve Kalp, İbrahim Çiçek’in yönettiği oyunlar. Benim için özel anlamı İbrahim’in Craft’a öğrenci olarak gelip bugün bu güzel işleri yapmış olması. Ayrıca ikisi de çok önemli metinler.
Fotoğraf 51’le Yılın En Başarılı Yönetmeni ödülünü aldınız. Bu ödülün ve oyunun sizin için anlamı nedir? Bir tiyatro yönetmenini farklı kılan şey nedir?
Ödül çok gergin bir şey. Öncesi, aldığın an, sonrası… Hepsi çok gergin. Ama ben Fotoğraf 51‘i çok seviyorum. Söylediğim gibi, Rosalind çok özel bir kadın. Bütün çevre baskısına rağmen çok önemli bir şey yapıyor. Kendini öldürmek istercesine bağlı işine ve keşfedeceği şey sayesinde dünyayı değiştirme olasılığıyla yaşıyor. İşin ucunda Nobel Ödülü de var ama önemsemiyor. Ama ne yazık ki sonunda ödülü önemseyenler başarıya ulaşıyor. Ben ne kadar iyi bir yönetmenim ya da iyi yönetmen nasıl olunur? Bunu bilmiyorum. Sadece çok çalıştığımı ve işimi çok önemsediğimi biliyorum. Ödül beni mutlu etti ama Rosalind’in hikayesine bakınca benim ödül almam ironik.
Eğitmen olarak da tiyatroya katkı sağlıyorsunuz. Tiyatro eğitiminde önemli olan şeyler neler? Bu eğitim açısından baktığınızda bir oyunu, oyuncuyu iyi yapan şeyler neler?
Oyunculuk eğitimi en çok duyarlı olmayı ve merak etmeyi öğretiyor galiba. Bir şeyler yaşayan insanları anladığımız kibriyle yaşamamayı öğretiyor. Oyuncu bu duyarlılığı öğrendikten sonra gerisi merak etmeye kalıyor. Bir konu hakkında bin soru sormayı öğretmeye ve öğrenmeye çalışıyoruz. Bu hayatın hızına ters giden bir yolculuk. Ama bir kere becerdik mi hayat anlam ve değer kazanmaya başlıyor. Bence ‘iyi oyuncu’ ancak kendini adama becerisi gösterince olunuyor.
Craft’ın etrafında toplanan oldukça yetenekli yeni nesil çevirmenler, yönetmenler var. Hira Tekindor, İbrahim Çiçek gibi benzer isimleri birçok farklı oyunda görüyoruz. Bu birlikteliğin arkasında nasıl bir uyum var?
Craft işine önem veren insanların özgürce üretebilmeleri için tasarlandı. Burada herkes eşit. Eğer mesleğiniz ya da hobiniz olan sanatı ciddiye alıp üretmek istiyorsanız elimizden geleni yapıyoruz. İbrahim’le ciddiye alışlarımız çok benziyor. Bunca yıl birlikte geliştik, büyüdük. Hira’ya insan olarak bayılıyorum. Ayrıca çok iyi çeviri yapıyor. Onun çevirisini yaptığı bir metni gönül rahatlığıyla hayata geçirebiliyoruz. Belki bir gün bizim tiyatromuzda reji de yapar.
Türkiye tiyatro sahnesinin iki önemli ismiyle, anne ve babanız İpek Bilgin ve Cüneyt Çalışkur’un etrafında büyümek size tiyatroya dair neler öğretti?
Çok çok şey öğretti. Şanslı bir kombinasyon. Babam estetiğe ve okumaya takıntılı biriydi. Çok incelikli bir ruhu vardı ve çok yaratıcıydı. Ondan korkusuz üretmeyi ve inandığım şeyler konusunda direnmeyi öğrendim. Annem çok akıllı, çok yetenekli, çok becerikli, çok çalışkan biri. Ondan da sürecin içinde durup debelenmeyi öğrendim. Bu çok kıymetli bir bilgi çünkü çoğu insan en büyük sorunu başlamakla ilgili yaşıyor. Bense içine atlayıveriyorum. Yani en nihayetinde tiyatroya aşina büyüdüm ama yolda ihtiyacım olan cevapların çoğu zaten cebimde hazırdı.
Bu sezon Türkiye’den kendinizinkiler dışında sadece tek bir oyun izleyecek olsanız hangisini seçerdiniz?
Ben Berkun Oya’nın çok değerli bir yazar olduğunu düşünüyorum. Güzel Şeyler Bizim Tarafta benim Türkiye’de bugüne kadar izlediğim en güzel oyundu. O yüzden, geçen sezonun oyunu ama hala devam ediyor, Dünyada Karşılaşmış Gibi‘yi izlerdim.
İçinde bulunduğunuz genç kuşak için tiyatro nasıl bir yerde duruyor? Sizce tiyatro bu kuşağın hayatla ilişkisi üzerinde nasıl bir etki yaratıyor?
Toplumun genç kesiminin tamamını içine alarak “Şöyledir” demek doğru olmayabilir. Tiyatroya gidenden çok gitmeyen bir genç kesim var. Tiyatro kimi için hoş, kimi için eğlence, kimi için günah, kimi için arınma. Peki tiyatro bütün bu etkileri sağlıyor mu? Bu etkiler tiyatro yüzünden mi oluşuyor? Seyirci olsun, olmasın insanların tiyatroyla ilgili fikirleri bunlar mı? Bunu bilmiyorum. Ama şu çok net gözüküyor bana; sanat tek bir şey için var değildir. Dokunduğu kadar dokunmadığı da önemlidir. Bugün tiyatromuz bunu önemsemiyor. Bugünün tiyatrosunda bir yalancılık ve samimiyetsizlik var. Bizi düş kurmaktan uzak tutan, seyirciyi sadece seyirci, oyuncuyu sadece oyuncu, tiyatroyu sadece tiyatro yapan bir sanat anlayışı var. Halbuki sanat bunun çok daha ötesinde olduğu için sanat. Sadece tekniğe ve yanılsamaya bağlı değil. Bu yüzden tiyatroyla yeni tanışan bir insan ona küsebiliyor. Çünkü yaşadığından daha azını ve daha eksiğini görüyor. Aynı zamanda bu kriterimizi genişletmemiz gerekiyor. İstanbul gençleri ve tiyatrosu başka, Konya gençleri ve tiyatrosu başka.
Sizin için tiyatroyu ve sahnede olmayı değerli ve özel yapan şey nedir?
Ben oynayarak büyüyorum, bir çocuk gibi. Bütün dertleriyle gerçeklikten uzaklaşabildiğim, saf olabildiğim bir zaman dilimi bu. İşimi yaparken hayatımı ortaya koymaya çalışıyorum. O zaman bütün yargılardan, değerlerden, bildiklerimden uzaklaşıp saflaşabiliyor ve çocuk gibi aç olabiliyorum. Oynadığım karakterler bana karşı hep dürüst oluyorlar. Ben de onlara güveniyorum ve kendimi teslim ediyorum. Bütün zaaflarımı paylaşabiliyorum. Oynadığım her rol beni hayatımda asla karşıma çıkmayacak durumlarla yüz yüze getiriyor. Garip gelebilir ama öğretmenliğimi yapıyorlar. Bazen karakterine kızıyorsun. “Neden böyle yapıyorsun ki” diyorsun. Bazen de haklı buluyorsun. “Bir gün başına buna benzer bir şey gelirse bunu yap” diyorsun. Sürekli sana öğüt veren anneannen gibi. O yüzden çok seviyorum. Bir de işin arka tarafı var. Bir insan çıkıyor karşına ve hayal ettiği dünyaya seni ortak ediyor. Hayat arkadaşı oluyorsun. Hiçbir sözün daha kuvvetli olamayacağı bir bağla birleşiyorsun. Dünyayla kendi dünyanızı paylaşıyorsun. İşte o benim için İbrahim Çiçek. Yönetmenim, öğretmenim, arkadaşım, dostum, her şeyim. Tabii ki bütün oyun arkadaşlarım da öyle. Hepimiz biraz çocuklaşıyoruz sahnede.
Bu sezon Evlat ve Kalp’in de olduğu farklı oyunlarınız sahnede. Duygusal yoğunluğu oldukça fazla olan bu oyunlar size kişisel olarak ne anlatıyor?
Evlat ve Kalp oyunları hayatımı hiçbir şeyin olmadığı kadar çok dönüştürdü. Beni duygusal olarak çok daha olgun, daha iyi bir insan yaptılar. Başta insan korkuyor tabii. Hikayeler çok ağır. Kimi zaman çok yakın, kimi zaman çok uzak. Kalp 1980’li yıllarda sadece geylerde olduğu düşünülen HIV salgınını konu alıyor. Orada aşık olduğu adamdan HIV virüsü bulaşan ve ölüme giden çocuklu bir babayı oynuyorum. Evlat oyununda ise babasının onu ve annesini terk ettiğine inanan, hayata uyum sağlamakta zorluk yaşayan, sonunda yaşamamayı seçen bir genci oynuyorum. Dediğim gibi, kimi zaman çok yakın kimi zaman çok uzak ama, hissedebildiğimizi unutmadığımız sürece insan herkesle ortaklık kurabilir.
Bir dizi ya da tiyatro için, karakterinize hazırlanırken nasıl bir yöntem izliyorsunuz? Sizce bir karakteri güçlü yapan şey nedir?
Yakın zaman önce Fatih Sultan Mehmed karakterine çalışırken nasıl bir yöntem izlediğimi anlatayım. Öncelikle, Kritovulos’tan Dukas Kroniği’ne bulabildiğim bütün tarih kitaplarını okudum. Bunlar İstanbul’un fethine en yakın tarihsel kaynaklardı. Halil İnalcık, Feridun Emecen ve İlber Ortaylı gibi büyük tarih hocalarımızın da kitaplarını okudum. Döneme dair mozaikleri, resimleri, kaynakları araştırdım. O dönem bir padişah nasıl oturur, nasıl yer, bulabildiğim her şeyi araştırdım. Bütün bu bilgiler senaryoyla buluştuğunda bir yandan ata biniyor ve kılıç sallıyordum. İnsana komik geliyor. İki saat ata biniyorsun, kılıç sallıyorsun, ağırlık antrenmanı yapıyorsun ve sonra da metrobüse binip Kadıköy’e oyuna gidiyorsun. En güzel yöntem herhalde karakterle yaşamak. Onunla yatıp kalkmak ve ona oluşması için zaman, imkan vermek. Sonrasında sadece unutmak ve olmak. Fatih Sultan Mehmed güçlü bir karakter olarak gösterilir hep. Bence de öyle. Fakat bana göre onu güçlü yapan şey zaaflarıdır. Hepimiz gibi insan oluşu, hataları, kaygıları ve zorluklara rağmen mücadele edişidir.
Seyahat etmenin hayatınızdaki yeri oldukça fazla. Uzun yıllar Avrupa’da ve Asya’da seyahat etmişsiniz. Yaşadığınız bu tip deneyimlerin ve farklı kültürlerin içinde bulunmak sizin oyunculuğunuza ve kişiliğinize nasıl yansıdı?
Üniversitedeyken zar zor bir şekilde neredeyse bütün Avrupa’yı gezdim. Trende, hostel’de, anarşist kampında, tanımadığım birinin evinde, fareli bir kumsalda ve çokça sokakta kaldım. Deyimlerim bana her zaman ne kadar yanıldığımı gösterdi. Bu sorunun tek bir cevabı yok. Bütün cevapları biliyormuş gibi durmak da istemiyorum. Fakat sanırım asıl Hindistan beni çok değiştirdi. Orada iken gerçek mutsuzluğu, açlığı, insanın ve hayvanın değerini, doğanın kuvvetini, bu kuvvetin insan tarafından sömürülmesini, kadınlara uygulanan şiddeti ve tahribatı gördüm. Bunun için gözlerimi kapatmamam yetti. Sokaktaydı. Kapıdan çıktığım an karşımdaydı her şey. Haberleri seyretmeme de gerek yoktu. Hele bu haberler termik santrallerin ne kadar iyi, filtrelerinin ne kadar kötü olduğunu ve bize nelere mal olacağını anlatmıyorsa. Su almak için çıktığımda çocukların su borusunu patlatıp banyo yaptıklarını görebiliyordum. Sokakta yaşayan çocuklar bunlar. Temizlenme ihtiyaçlarını gidermek için devletin borusunu patlatıp duş alıyorlardı. Ya da at arabası gibi bir arabayı sırtında götüren ve buna binen insanlar… Bir insan bir insanı sırtında taşıyor. Bunu yapan insanlar elli kilo civarında ve saçları kalmamış. Ama tanrı Şiva’ya şükürler olsun ki bu dünya geçici. Öyle değil mi? Kim aynı kalabilir ki? Ben nasıl değiştiğimi bilmiyorum ama değiştiğimi biliyorum.