Andy: Sanırım Manchester’da başlasak ve o şehirden çok ilham alsak da, Lamb’in sound’u Portishead ve Massive Attack gibi Bristol çıkışlı gruplara daha yakın. Bir sahneye ait olmak güzel olsa gerek ama eğer bu sahnenin keskin bir tanımı ve özellikleri varsa, biz bunu kısıtlayıcı buluyoruz. Hiçbir zaman yaptığımız müziği trip-hop olarak tanımlamadık. Lamb’in sunduğu ekstrem dinamikler için sınırlayıcı bir tür olduğunu düşünüyorum.
Lou: İnsanlar müziği ve sanatı daha iyi anlayabilmek adına belirli kutulara yerleştirmeyi seviyor. Bizim müziğimiz Bristol sahnesinin yükseldiği dönemde ortaya çıktı ve yer yer onun etkilerini de taşıyor; ama her zaman işimizi yaratıcılıkla yaptık ve bir sahneye veya müzik türüne ait olmadık.
Andy & Lou: Büyük bir şirket ile anlaşma imzalamanın birçok iyi ve kötü yanı var. Boşa harcanan birçok şeyi görmek çok sinir bozucu olabiliyor. Onlar müziğin ticari yanına odaklanıyorlar. Bir de ekibin büyük bir kısmı hukuk geçmişine sahipti ki bu da yaratıcılığın tam tersi. Pozitif yönü ise, hepsi çok destekleyiciydi. Dünya turnesine çıkabilmek için büyük finansal destek gerekiyordu – özellikle yeni bir grup için çok pahalı. Yola tek başımıza devam etmeye karar verdiğimizde büyük şok yaşadık. Bu işin ne kadar emek gerektirdiğini anladık. Mercury’le imzaladığımız anlaşma için hiç pişmanlık duymuyoruz; ama müziğe yeni, heyecanlı yaklaşımımızı ve müzikal kaderimizin direksiyonunda olmayı çok seviyoruz.
Andy & Lou: İlk günden beri. Hiçbir zaman ne tarz müzik yapmak istediğimiz hakkında konuşmadık. Cottonwool’u yazarken çok “pop” olduğunu düşündüğümüz anlar oldu. Şu an dinlediğimizde hiç de ticari bir yanı olmadığını fark ediyoruz. Şu anda “21” turnesinde ilk albümümüzün tamamını orijinal sırasıyla çalıyoruz. Albümün zamana karşı nasıl ayakta durduğunu görüyoruz; hala 90’larda olduğu kadar taze. En iyi yönümüz yaratıcılık; fikirlerin bizden çıktığını değil bizden geçerek geldiğini hissediyoruz. Sadece stüdyoya girmemiz ve sonrasında aradan çekilmemiz gerekiyor.
Andy: Ebeveyn olmak kesinlikle daha aklı başında olmaya yardımcı oluyor, özellikle turneden sonra. Neredeyse rock’n’roll’un mükemmel panzehiri! Ayrıca, şu anda oğlum da öğrenmek istediği için gitar öğreniyorum. Baba-oğul birlikte öğrenmek çok güzel bir şey.
Lou: İlk oğlum Reuben, biz “Fear of Fours”u yazarken dünyaya geldi; ikinci oğlum Solly ise bizimle turnede büyüdü ve annesinin zaman zaman üretmek için uzaklaşması gerektiğini anladı. Andy’nin de dediği gibi, ebeveyn olmak kesinlikle ayaklarınızın yere basmasını sağlıyor. Turneden döndüğümde daha evin kapısından bile girmeden oğullarım akşam yemekte ne olduğunu soruyor.
Andy: Şunu söylemeliyim ki, birçok caz parçası bana soğuk geliyor; Coltrane veya Miles gibi klasiklerden bahsetmiyorum tabii. Modern cazın birçok örneğini biraz zayıf ve iki boyutlu buluyorum. Şu anda turnede beraber olduğumuz grup bir caz topluluğu ve caz tınıları elektronik veya tekno müzikle başarıyla kesiştiği zaman seviyorum.
Lou: Cazı yeniden keşfeden Hiatus Kaiyote gibi grupları ve Flying Lotus gibi sanatçıları seviyorum. Bence bizim de 90’larda ilk albümümüzde yaptığımız şey buydu. İlk günlerinden beri caz hızla çoğaldı ve diğer müzik formlarına da ilham verdi. Caz sadece bir değişim yapmadığında, sarsmadığında yorulur.
Andy: Bugünlerde genellikle bir yapımcıyım. Geçtiğimiz iki seneyi yeni U2 albümünün prodüktörlüğünü yaparak geçirdim. Aralık ortasında çıkacak. Bono ve Edge’in beraber nasıl çalıştığını görmek müthişti ve bir söz yazarı olarak kendimi nasıl ifade ettiğim konusunda üzerimde büyük etkileri oldu. Çalmam konusunda büyük baskı uygulandı, ayrıca turne danışmanı olmak üzere davet edildim. Yapımcılığı gerçekten seviyorum çünkü müziği değerlendirmek çok daha kolay. Başkalarının çocuklarına bakmak gibi; onları hayvanat bahçesine götürmek, onlarla eğlenmek, sonra da onları ailelerine teslim etmek gerekiyor. Kendi çocuklarınız olması ve onları disipline sokmaktan daha rahat.
Lou: Benim için iki farklı kreatif yönümün olması çok önemli. Solo projem tamamen akustik ve natürelliğe dönüşü temsil ediyor. Sequencer’lara bağlı olmamayı seviyorum. Bunun yanında, Lamb’de yaptığımız işi de çok seviyorum. Bu sayede yaratıcılığımın değişik yönlerini besliyorum.
Andy: Bir sene turnedeydik ve onun üzerine hemen U2 işi başladı. Ondan önceki sene de David Gray’in albümünün yapımcılığıyla geçirdim. Hayatımın en yoğun üç senesiydi!
Lou: Aynı şekilde. Dördüncü solo albümüm “theyesandeye”, “Backspace Unwind”in hemen ardından yayımlandı, sonra da solo projemle turneye çıktım. Her zaman yoğunuz, Lamb’le çalışmadığımız dönemlerde bile.
Andy: Gaudi’nin Barcelona’daki Sagrada Familia’sı mükemmel olurdu. Geçen hafta Manchester Katedrali’nde çaldık, çok güzel bir atmosferdi. Bunun üzerine böyle büyük katedrallerde çalacağımız bir turne yapsak ne güzel olur diye düşündüm. Sagrada Familia, hayatımda ziyaret ettiğim en güzel yerdi.
Lou: Hmm, Sagrada Familia müthiş ama orada nasıl bir konser düzenlenirdi bilmiyorum – çok fazla merdiven var. Manchester Katedrali konserimiz gerçekten çok özeldi. Aynı şekilde geçenlerde İngiltere banliyösünde birinin yapmış olduğu bir lokomotif deposunda solo konser verdim. Kum ve toprak torbalarından yapılmıştı; akustiği harikaydı. Amplifikasyon olmadan otuz kişiye çaldım, büyülüydü.
Andy: Benim için sadelik, her şarkıda olmalı. Her nota, her mobilya, her kıyafet ya çok güzel olmalı ya da pratik olmalı. İdeali, ikisi birden olması tabii.
Lou: Benim için sadeliği tanımlayan bir Zen Budist deyimi var: “odun kır, su taşı”. Dünya gerçekten karışık ve bu lafta devamlı ilerleme, bazen asıl önemli olanının basit şeyler olduğunu unutturuyor. Her şey çok fazla geldiğinde kendime hatırlatıyorum: “odun kır, su taşı”.