Ugo Schiavi Seneler boyu birçok farklı ülkede üreterek çok yönlü bir sanat anlayışı benimsemiş. Son durağı ise İstanbul! Ugo ile The Pill Gallery’deki kişisel sergisi Uprising’e hazırlanırken konuştuk.
Claude Levi Strauss, “Gezilerden ve gezginlerden nefret ediyorum” demiş. Bu alıntı ile demek istediğim, üretme şeklim beni gezmeye itiyor, tam tersi değil. Ben kendimi bir etnolog veya arkeolog niteliğinde görüyorum. Bu sebeple gezmek şart, ama amaç o değil. Bir araç. Bu yüzden kendimi Kuzey Carolina’nın derinliklerinde bir araba mezarlığında, bulduklarımı antik bir kalkana dönüştürmek üzere eski araba kapılarını çıkartırken bulabiliyorum… Ardından Bogota’ya gidip Columbus’dan önceki dönemden esinlenerek evsiz insanların yüzlerinden altın maskeler yapıyorum. Yada İstanbul’dan, Marsilya’dan metrekarelerce terkedilmiş arazilerden çekip çıkarmak, neden olmasın… Hatta Paris yada herhangi bir yerde kamusal alanlarda bulunan heykellerin kalıbını çıkarmak.
Arkeoloji özellikle uzak, antik yada gizemli olan şeylerle ilgilenmez. Güncel olarak gördüğümüz her şeyle ilgilenir. Benim yarattığım kalıntılar geçmişi gösterir ama aynı zamanda geleceğe hitap eder; antik olan ve güncel olanın arasındaki zamansız çekişmeyi resmeder. Tüketici toplumla savaştığımız halde bir parçası olduğumuz bir gerçeklik.
“Toplumdan geriye ne kalacak? Kendimden geriye ne kalacak? Yakın gelecekte arkeologlar yaşam tarzımız hakkında ne anlayacak?” Bu sorular yeni değil; birçok arkeolog ve sanatçıların cevaplamaya çalıştığı sorular. Benim durumumda, ben arkeolojiyi daha çok bir nesne olarak kullanıyorum. Benim eserlerim ve enstelasyonlarım bir görsel dünya içinde topladığım parçalardan oluşuyor. Sanatımla arkeoloji arasındaki diyalog, zaman, yer ve materyelleşme gibi aldatıcı kavramları hayata geçirme girişimim.
Bu soru bir tez konusu olabilir. Ben yazmazdım. Şunu netleştirelim, ben kendimi bir aktivist olarak görmüyorum. Toplumumuzda sanatçı olmak demek zaten bir şekilde aktivist olmak demek. Ben gerçekten değerlerin din ve siyasetin birliğine bırakıldığı bir toplumda sanat eserlerinin hala topluma bir etkisi olup olamayacağını merak ediyorum. Sanat, fikir ve bakış açılarını değiştirebilir fakat gerçekleri ve güç dengelerini değiştiremez.
Kabaca, damga ve kalıp çıkarma tekniklerini kullanarak kamusal alanlarda seçtiğim heykellerden parçalar alıyorum. Çoğu zaman bir “suç ortağım”dan yardım alıyorum; ben biri yaşayan ve çağdaş diğeri tarihte donmuş iki bedenin parçalarını ölümsüzleştirmeden bir kol yada ayağını belirli bir yere yerleştiriyor. Bu işlemi, belirli bir organizasyon ile yapılması gerektiği ve buna son vermek isteyen yetkililerden kaçınmak için gereken hız dolayısıyla “yıkıcı kalıplaşma” veya “korsan arkeoloji” olarak tanımlıyorum. Ortaya çıkan heykeller ise, uzun yıllar dayanması için tasarlanan yapıtların şuanki zamandan katı ve hassas bir parçaya dönüşümü niteliği taşıyor.
Benim işlerim birer direnç testi. Stüdyomu da bir savaş alanı olarak görüyorum. Malzemelerimle yaşadığım mücadele temsil ettiğim savaşlar üstünde sembolik bir güce sahip. Burada yaşadığım en büyük zorluk bir hafta içinde üç tane yeni eser üretmek ve onları serginin geri kalanı ile diyalog haline sokmaktı. Üç bitki parçasından bahsediyorum. Üç “metre kare boş arazi”. Şekil olarak betondan beden parçalarına hiç benzemiyor olsalar da bu setin bir parçaları.
İstanbul’daki “arkeolojik” projelerim, şehrin şuanki halinden bahsetmek üzere getirdiğim bir yaklaşım. Bir bölgenin örneklenmesi. Gerçekliğe ve biraz da ortak alana sahip olmanın bir yolu. Keşfetmek üzerine bir istek, sosyal bağın şekillenmesi ve şehirsel gerçeklere has çekişmelerin ortaya çıkması. Kendine göre düzenleme durumu. İnsan ihtiyacı olan iz bırakma durumuna cevap veriyor. Bana göre bu ihtiyaç da acı veren ölüm bilincine bir karşılık.