Tibor Kalman tasarım hayatımda beni etkileyen tek kişi ve tek kahramanım. 25 yıl önce New York’ta öğrenciyken yaklaşık altı yıl boyunca her hafta aradım onu; M&Co resepsiyonistiyle de tanışmış oldum. Nihayet benimle görüşmeyi kabul ettiğinde fark ettik ki portfolyomdaki çizimlerden biri kavram ve yöntem anlamında M&Co’nun o sırada üzerinde çalıştığı bir işe oldukça benziyordu. Kalman, daha sonra onları portfolyomdan iş çalmakla suçlamamam için hemen prototipi gösterdi bana. Çok gururlanmıştım. Beş yıl sonra orada çalışmaya başladığımda Kalman’ın stüdyosunu diğerlerinden ayıranın muhteşem satış yeteneği olduğunu daha iyi anladım. Tibor kadar akıllı olan (ve tasarımda ondan daha iyi olan) birçok insan vardı ama başka kimse bu konseptleri ve fikirleri hiçbir değişikliğe uğramadan satamıyordu. Kimse onun kadar tutkulu değildi. Patron olarak müşterilerini ya da çalışanlarını üzmekten çekinmezdi. Bir keresinde haftalar boyunca üzerinde çalıştığım bir logoya bakıp “Stefan, bu çok kötü. Çok kötü. Hayal kırıklığına uğradım.” demişti. Ama kocaman yüreğinin parıltısını her daim görebilirdiniz. Her şeyi riske atma cesaretine sahipti. Kalman ve M&Co’nun ünlü bir mimarla büyük bir mimari proje için iş birliği yaptığını ve bir yıllık emek harcadığını hatırlıyorum. Müşteriye kimin sunum yapacağı sorusunda çekip gitmeye hazırdı. Tibor tavsiye ve akıl verme konusunda tedirgin edici derecede yetenekliydi; bir de bunları Tiborizm dediğimiz sert bir dille yapardı. Kendi stüdyomu açtığımda bana “Bir tasarım şirketi yönetmenin en zor yanı büyümemektir.” demişti.
Leo Burnett için bir tasarım stüdyosu açmak üzere Hong Kong’a gittiğimde ayrılmadan önceki tavsiyesi: “Sana verdikleri parayı sakın çarçur etme; yoksa hayatının geri kalanında reklam ajanslarının köpeği olursun.” olmuştu. Bu içgörüler M&Co’nun basında bu kadar çok yer almasının da nedeniydi; gazeteciler Tibor’u aradığında onlara hikayenin tüm yapısını ve ön plana çıkarabilecekleri harika demeçler verirdi. Hep mutluydu ve kurumsal tasarım, ürün, şehir planlaması, müzik klipleri, belgesel filmler, çocuk kitapları ve dergi düzenlemesi arasında bir sahadan diğerine sıçramaya hazırdı. Tüm bunları “Her şeyi iki kez yapmalısın. İlkinde ne yaptığını anlamazsın, ikincisinde yaparsın, üçüncüsünde de sıkılırsın.” mottosuyla değerlendirirdi.
İyi insanlar için iyi fikirler üreten iyi işler çıkardı.
Ben mizaç gereği riskten kaçınan bir insanım; bu nedenle kendimi risk almaya ikna etmem gerekiyor. Bunlar da tek ve büyük bir riskten ziyade daha küçük birkaç riskten oluşuyor.
Evet, birçok konferansta konuşma yaptığımdan bu bağlamda işlerimi sürekli tartışıyoruz.
İkinci ara verişimizde tasarım açısından anlamlı bir iş yapmak istiyordum ve The Happy Show amaca hizmet ediyor gibi göründü. Bu alanda fazlasıyla araştırma ve deney yapmamı gerektiriyordu. Ne yaparsak yapalım diğer insanlara hizmet eden bir şey üreteceğimizi fark ettim. Zorlu araçlarla çalışmama vesile oldu, zira daha önce hiç filmle uğraşmamıştım. Kendi iyiliğimi ve çevremdekilerin iyiliğini bir anlamda daha da iyileştirme fikriyle hep ilgileniyordum. Neden başka bir şeyle ilgilenilsin ki? Her gün yaptığın çoğu şey daima doğrudan olmasa da bir şekilde bu amaca hizmet ediyordu zaten. Bunu baskıdan ziyade filmde yapmak daha zorlu bir hedef gibi geldi; bir de yeni bir araç denemek beni kendi halimden hoşnut olmaktan uzaklaştıracaktı. Başladığımızda mutluluk üzerine genel bir film olacaktı. Konu çok genişliğinden dolayı bunun imkansız olduğunu görünce kendi mutluluğum hakkında bir film yapmaya karar verdim çünkü bu konuda uzmandım. Bu da işin kişisel olması şartını ortaya çıkardı.
Filmin çekimi ve montajı sırasında bilim danışmanımız Jonathan Haidt bana mutluluğun aradaki bağlantılarla oluştuğunu sık sık söyledi. Ona göre mutluluk ancak bu ilişkiyi diğer insanlara (uzaktaki tanıdıklar ve yakın aile de dahil) doğru şekilde aktarabilirsem gelecekti. İşimle ve benden daha büyük bir konseptle olan ilişkimi doğru kurabilirsem mutluluk hem bana hem aradaki insanlara ulaşabilecekti. Mexico City’deki izin döneminde üzerinde çalışacak bir konu aradım ve bunun “güzellik” olması gerektiği fikri hemen aklıma geldi. Bu sayede birçok insanla yakın temasta bulunabilecek; yeni ve eski uzmanlar, sanatçılar, tasarımcılar ve yapımcılarla çalışmak zorunda kalacaktım ve benim ötemde bir projeye dönüşecekti. Sonraki aylar hayatımın en güzel dönemlerindendi.
Özellikle kendi dijital araçlarını üreten tasarımcılar alanında birçok iyi iş görüyorum. Teknolojideki imkanlar yeni iş yaratma anlamında daima cazip olacak. Baskıdan matbaaya ve bilgisayara dek tüm icatlar ve iletişim alanındaki gelişmeler daima teknolojiyi yönlendirecek.
Canlarını dişlerine takarak çalışsınlar. Sevdikleri bir şey bulup onda iyileşsinler.
Güzellik.