Why am I me, and why not you?
Why am I here, and why not there?
When did time begin, and where does space end?
Hayata gözlerini açtıktan sonra çocukluğunda yaptığı gözlemlerle onu deneyimlemeye başlayan her insanı er ya da geç bulan bir şey varoluş sorgusu. Bizi hayata daha da bağlayabilecek ya da ondan tamamen koparabilecek gücü içinde barındıran yüzlerce küçük ya da büyük soru ilk aklımıza girdiği andan itibaren hepimizi esir alabiliyor. Ve aslında yaratma isteği ve edimimizin de temelinde bu sorgu yatıyor. Neden ve nasıl varolduğumuzu, varoluşumuzun gerçekliğini sorgulamaya başladığımızda çocukken hafızamıza yerleşen ilk öğrenme biçimini yani taklidi kullanmaya başlıyoruz. Etrafımızdaki her şeye ve herkese bakarak bu sorgulamayı önce onlar üzerinden yapıp örnek bir cevap bulmaya çalışıyoruz. Onlar neden var? Nasıl varoluyorlar, ne düşünüyorlar, asıl gerçekleri ne?
Kendi hakikatimizi bulmaya çalışırken daha kolay olabileceğini düşündüğümüz başka hakikatlere yönelmek ise bizi bir süre sonra varoluşumuzun dışına atıyor. Bu yabancılaşma hali bize sanki hayatı yaşamıyormuşuz da “izliyormuşuz” hissi veriyor. Ve tam olarak bu noktada belki de bir “içine dahil olma” kaygısıyla üretmeye, yaratmaya ve gözlemle elde ettiğimiz deneyimlere birinci elden mümkün olduğunca yaklaşmaya çalışıyoruz.
Bir yaşantıya, hisse, başka bir “gerçekliğe” en büyük yakınlığı bize hissettiren mecra ise, sinema. Elimizi uzatsak dokunabileceğimiz yakınlıkta duran, işittiğimizde bize söyleniyormuşçasına duyumladığımız seslerle harmanlanmış ve arka arkaya dizilmiş bir sürü küçük görüntü yığını.
Wenders, Der Himmel über Berlin’de bize farklı zihinlerden çıkmış fısıltı, bağırış ve konuşmaların arasında siyah beyaz bir şehrin kapılarını aralıyor. Aslında meleklerin gözünden Berlin’i deneyimlediğimizi anlayana kadar bu karmaşa bize, hali hazırda, oldukça tanıdık geliyor. Hem her insanın zihnindeki varoluş merakından doğan akışa hem de sinemanın yol açtığı “gerçek” hayata yabancılaşma handikapına ayna tutan Wenders, tıpkı Berlin gibi, kalabalık bir düzende herkesin kendine ait olan yeri bulabileceği bir film sunuyor.
İçine dahil olamadığı hayata dışarıdan bakan Damiel, yaşarken çok kısıtlı anlarda, ve genellikle o deneyimi elde etme şansını kaybettiğimiz durumlarda, farkına vardığımız küçük gündelik yaşantılara özlem duyuyor. Beyaz perdeye, bilgisayar ekranına ya da televizyona bakan bir çift gözün çok yakın görünen hisleri yalnızca ikinci elden deneyimliyor olması gibi Damiel de şehirde yaşanan her olayı görse de “düşene kadar” birebir içine dahil olamıyor. Varoluş sorgusunu belki de geri kalan pek çok sinema anlatıcısından sıyrılarak büyük, dramatik ve epik olayların etrafına yerleştirmek yerine kahve içmek, gazete okumak, renkleri seçebilmek ve karşıdan karşıya geçmek gibi ufacık ama yaşıyor olmamıza dair deneyimlerin etrafına yerleştiren Wenders, hayatta olmak ve gözlemlemek arasındaki çizgiyi ise siyah beyaz ve renkli karelerle ayırt ediyor.
Salondan çıkıp, düğmeye basıp, ekranı kapattığınızda gözlerinizi ve kulaklarınızı gerçekliğe açtıktan sonra bir süre daha Wenders’in şiirsel şehrinin üzerinde dolaşmak istiyorsanız linkteki playlisti dinleyebilirsiniz!