Küratörlüğe giden yolculuğunuzu düşünürsek, küratöryel bakış açınızı en çok şekillendiren deneyim ya da etki kaynakları neler oldu?
Süper güçlerin nelerdir, diye soruyorsunuz yani. Görünmezlik pelerinim? Zihin okuma yeteneğim? Geleceği görme becerim? Ya da belki bana sürekli yol gösteren bir oyun algısı, kurgusal zamanlama, politik içgörü ve iş birliğine yatkın bir ruh. Sistemleri hack’lemek – dikkat çekme ritüellerinin ötesine geçmenin yollarını aramak ve paylaştığımız bilinci kollektif olasılıklara yönlendirerek insanlığın daha geniş bir kesimiyle bağ kurmak – beni hep cezbetmiştir. Son zamanlarda Alexis Pauline Gumbs küratörlük anlayışımı yeniden şekillendirdi. Balina ve yunuslar üzerinden neşe, ilişkiler ve çevresel farkındalığa dair bir rehber sunan yazıları, hem insan hem de insan olmayanın yaşamına saygı gösteren, gözetim ve esaretin ötesinde gelecekler hayal eden yaşam biçimlerine yönelik içgörüler sunuyor. Ayrıca su ve okyanuslarla ilgili materyale de boğulmuş durumdayım. Örneğin Köpekbalıkları, Ölüm, Sörfçüler’i okurken sanki neşeli yunuslar arasına katılmışım, balıkların okyanustaki sağlık görevlileri olduğunu ve sörfçülerin özel alana izinsiz girdiğini anlamışım gibi geliyor. Gumbs’ın yakın zamanda yayımlanan Audre Lorde biyografisi de bir diğer ilham kaynağım oldu. Yıllar içinde Lorde benim için bir kuantum mentöre dönüştü – şifalı bir varlık, özellikle en iyi yıllarını geçirdiği, 7 Ekim sonrası Berlin’in denizden uzak gerçekliği içinde.
Sizde beklenmedik değişimlere yol açan bir sergi oldu mu? Bu deneyim küratörlüğe yaklaşımınızda neleri değiştirdi?
Güzel soru. Ayağınızın altındaki gerçeklik kayıp giderse ne olur? Olağanüstü değişimle nasıl başa çıkarsın? Sanatçı Goshka Macuga bunu, kendisini Ahmet Öğüt’le eşleştirdiğim The Show is Over (2017) işinde ele aldı. Goshka, sanatın ve kurumların varsayılan istikrarına meydan okumak amacıyla, yıkım ve “ani değişim” temalarını parçalama, birleştirme ve yeniden bağlamlandırma eylemleri çerçevesinde kullandı. Gece burada esrarengiz bir şeyler olmuş illüzyonunu yaratmak için sergi alanını stüdyosuna dönüştürdü – bu, politik ve toplumsal bağlamlarda sıklıkla karşılaştığımız ani değişimlerin bir yansımasıydı. Yıkım, şimdiyle yüzleşmenin ve onu eleştirmenin bir yolu olabilir mi? İçinde bulunduğumuz çıkmazı eleştirmek, protesto etmek, onunla yüzleşmek için bir araç olabilir mi? Hem sanat tarihi hem de tarih alanlarında bu konuyu araştıran tonla vaka var.
Yeni sergilerle birlikte rolünüzün nasıl bir evrim geçireceğini düşünüyorsunuz? Gelecekte derinlemesine incelemek istediğiniz anlatı ya da fikirler var mı?
Her projede sorduğum sorular var: Nasıl açılacak? Uzak geçmiş ve günümüzdeki yansımaları nerede birbirine değiyor? Sanat, yarattığı deneyimler ve kurumlarıyla nasıl yeniden tasarlanabilir? Üstlendiği her işle küratör, durağanlığa hareket kazandırmaya çalışır. Hareketi çok önemsiyorum: nasıl hareket ettiğimiz, nasıl harekete geçirildiğimiz ve hayatın süregelen akışı içinde diğer insanlarla birlikte ve onların arasındaki hareketlerimiz. Dans, koreografi, enerji akışı ve hareketin felsefesine bakıyorum. Hücresel hafızaya, atalardan gelen epigenetik bilgiye, insanlığın olağanüstü potansiyeline nasıl erişim sağlayabiliriz? Bedenlerimizde var olan bilgiyi anımsayıp yeniden yapılandırmak amacıyla kuantum eylemliliğimizin daha büyük bir kısmını algoritmik sistemlerden ayrıştırmamızın yolu nedir?
Sanat sergilerinin toplumsal ve kültürel diyalogları şekillendirmede veya yansıtmada nasıl bir rol oynadığını düşünüyorsunuz?
Sergileri giderek daha demode, sıkıcı ve cazibeden uzak bulmaya başladım. Hâlâ bir anlam ifade ediyorlarsa, yankı uyandırmaları gerekiyor. Onları daha ziyade isimsiz direniş mahalleri olarak görüyorum – sanatçılarla bir araya gelip bugünümüze dair kehanetlerde bulunduğumuz, tektipleşme dalgalarına karşı omuz omuza direndiğimiz yerler. Benim için sanatın gerçekten ilgi çekici yanı dış tüketimin devrelerini beslemesi değil, sanat yaratımındaki içsel dinamikler, yapılma biçimini belirleyen kaslar ve kuvvetler, bunun yanı sıra düşünsel, politik ve manevi etkileşimleri.
Kariyerinize dönüp baktığınızda, bir küratör olarak vizyonunuzu ve felsefenizi en iyi yansıttığını düşündüğünüz sergi ya da proje hangisi oldu? Ona benzersiz anlamını kazandıran neydi?
Kariyer, önceden belirlenmiş yönelimleri işaret eden ve bende pek olmayan ya da peşinden gitmediğim bir kavram – şahsen “kendi açtığım yol” demeyi tercih ederim. Yıllar yılı küratörlüğün ötesine uzanan politik süreçlerde yer aldım: 2017’de Rotterdam’daki bir çağdaş sanat kurumunun isminin sömürgeci geçmişi yerine hitap ettiği topluluğu yansıtacak şekilde değiştirilmesi, Amsterdam’da tazminat 2004 yılında norm haline gelmeden önce Nazi yağmacılığıyla bağlantıları olan kurumların ortaya çıkarılması, Güney Kore’de yaşanan demokratik ayaklanmanın mirasını yad etmek ve Shanghai Expo süresince sanat kolektifi Xijing Men ile birlikte sansüre karşı direnmek bunlardan birkaçı. Ayrıca 2015’te Sarkis’le Türkiye Pavyonu’nda birlikte çalıştım, burada hem uluslararası iş birliklerinin hem de hükümet sansürünün üstesinden geldim. Yine de en özgürleştirici bulduğum proje Baltık Trienali’ndeki Mindaugas oldu. Geleneksel formatları kullanmak yerine sanatçıların katkılarının Mindaugas aracılığıyla sunduk. Her gün diyaloglar, senaryolar ve fikirler bu tek kişide vücut buldu. Gece saatlerinde “dinlenme” zamanları da Charismateria adını verdiğimiz hareketli bir sahnede gerçekleştirilen performanslara ilham verdi. Sanatı deneyimleme eylemini yeniden tanımlayan, radikal bir şekilde küçültülmüş ancak içten içe büyüyen bir yaklaşımdı.
Kurumların kapsayıcılık ve şeffaflık baskısı altında olduğu bir dönemde, bu taleplere karşılık vermek ve sanatsal özgürlüğü korumak arasında nasıl denge sağlıyorsunuz?
Kurumlar, sistemsel konulardaki rollerini kabul ederek ve sorumluluk alarak artan adalet çağrılarına yanıt vermeli. Kusurlu toplumsal yapı taşlarını isteyerek ya da istemeyerek nasıl güçlendirmiş olabilecekleri konusunda hem birlikte hem de bireysel olarak düşünmeli, aynı zamanda değişimle birlikte gelen karmaşa ve tepkileri de yönetmeli. Her dönem kendi dinamiklerine ve anlayışına sahip, geriye dönüp yargılamak her zaman uygun olmaz. Zor olan ince detaylara dikkat etmek, sevgi ve özen göstermek. Şeffaflık şart – olmaması çok acı verici sonuçlar doğurur. Yol belirsizliklerle dolu olsa da kurumlar dönüşüme yönelmek durumunda.
Çalışmalarınız Asya’dan Avrupa’ya ve daha ötesine uzanan, çok çeşitli coğrafyaları kapsıyor. Sergilerinizi şekillendiren global iç görülerden ödün vermeden küratöryel uygulamaları uyarlamaya nasıl yaklaşıyorsunuz?
Üzerinde çalıştığım ya da fikirlerimle katkı sağladığım her bağlam içinde, sürekli gelişen bir sorgulama dürtüsüyle hareket ettim, yüzeyin altındaki hareketleri sezip hangi oluşumlara tepki olarak doğduklarını izlemeye çalıştım. Her ülkenin, bölgenin, manzaranın tarihi acılar, mayınlar, tuzaklar ve ihmallerle dolu. Coğrafi koşulların, toplumsal ve manevi geleneklerin, politik ve medyatik gerçekliklerin, hatta mizah duygusunun biricikliğine derinden bağlı olmak ve temelini onlardan almak, empati, duyarlılık ve araştırmacı gazetecilik gerektiriyor. Bende ailemden gelen böyle bir yönelim var. Tüm bunlara kulaklarım, gözlerim, hayallerim, imgelemim, uyumlandırdığım bedenimle yaklaşıyorum… Tüm kalbimi vererek dahil oluyorum. Her seferinde bir metabolik sürece giriyorum; sanatçılara işler sipariş ederken sürecin beni yönlendirmesine izin veriyor, bazen tesadüf eseri akademisyenler gibi doğru müttefikleri buluyorum. Ancak onların desteğiyle, tarihi koşulları anlamaya, deneyimleri çözümlemeye ve bunları yeni bilgi alanlarına dönüştürmeye yönelik çağdaş bir çerçeve oluşturulabilir.
“Career implies predefined trajectories, which I don’t quite have or follow—I would use the wording of a “self-charted path.” Each project has its own demands, shaped by its political and cultural context.”
Sıklıkla başka sanatçılar, küratörler ve düşünürlerle iş birliği yapıyorsunuz. Bienaller gibi geniş ölçekli sergilerde bireysel küratöryel vizyon ile iş birliği içinde yaratım arasında nasıl bir dinamik oluşuyor?
Eserin tek sahibinin olduğuna inanmıyorum; küratörü bir kanal, bir bağlantı noktası, kolektif düşünce odaklı bir bağ doku olarak görüyorum. Benim işim sanatçılardan, sistemi kurcalayanlar, yazarlar, akademisyenler ve ruhani liderlerden besleniyor. Küratöryel olarak bir karakteristiğim varsa, tüm dünyada yenilenme uygulamalarını harekete geçirecek karma ittifaklar kurma ve birlikte düşünme odaklı.
Minds Rising, Spirits Tuning (Natasha Ginwala ile) ve How To Gather? (Bart de Baere ve Nicholaus Schafhausen ile) gibi bienaller, coğrafi, teknolojik, ruhani ve ekolojik zekaların bir araya gelerek nasıl yeni olasılıklar yarattığını incelememe olanak tanıdı. Bu kolektif yaklaşım, PERFORMA’nın New York genelindeki canlı sanat sunumlarından, çok sayıda ses, fikir ve bakış açısı için alan yarattığımız Melly’deki (eski adıyla Witte de With) zamanıma kadar çalışmalarımı yönlendirdi. Şanghay’daki Arthub Asia’da araştırma ve canlı çalışmalar için kaynak ayırdık, Blind Dates ile Osmanlı sonrası jeopolitik dönüşümleri sanatçı-akademisyen iş birlikleriyle inceledik. Bence sanatın gücü kollektif etkisinde, bizi düşünmek, hareket etmek ve eyleme geçmek için bir araya getirebilmesinde yatıyor.
Küresel bakış açısına sahip biri olarak sizce, günümüzün karmaşık ve birbirine bağlı sanat dünyasını yönetebilmek için küratörlerin ihtiyaç duyduğu en önemli beceri veya nitelikler nelerdir?
Sanatçıların yeni tanrı ve tanrıçalar yaratması; sanat, gerçeklik, politika ve bunlara dair kurumların gelecekte ilerleyecekleri yönü şekillendirmesi bana hep çekici geldi. Her ne kadar sanatçı olmayı 20 yıl önce bıraktıysam da hâlâ bir sanatçı gibi hareket ediyorum – sanatçılar hep öncelikli. Sanat dünyasının gerçek para birimi, sanatçılar arasındaki akran sohbetleri. Görünürlük ve bağlam sunarak buna erişim sağlayabilen küratörler ise böyle bir şeyin parçası olabildikleri için çok şanslı. Bu zorlu zamanlarda bu işi yaptığımız için minnettar olmalıyız.
Şanghay ve Moskova’daki deneyimlerim bana New York ya da Berlin’de geçirdiğim zamandan daha çok şey öğretti. Böyle yerleri anlamak, dünyayı yorumladığımız çerçeveyi genişletmek için çok önemli. Günümüzün hiper-yerel odağına rağmen küresel perspektif ve etkileşim her zamanki önemini koruyor.
Özellikle dijital teknolojilerin ve sanal deneyimlerin entegrasyonunu göz önünde bulundurduğumuzda, küratörlüğün geleceğine dair öngörülerin neler? Sence bunlar sanatı deneyimleme şeklimizi değiştirecek mi?
2000’lerin başında geliştirdiğimiz, New York’taki bir dijital kuluçka merkezinde geçirdiğim zamandan ilham alarak, sanat ve yayın deneyimlerini birbirine bağladığımız çalışmanın taslaklarına bir gün yeniden göz atmak istiyorum.
Dijital çağla tam anlamıyla etkileşim içinde olmak için erken kuantum fiziğindeki paralel evrenler ve antik yaratılış mitolojileri gibi unutulmuş fikirlerin yanı sıra cosmotechne, sibernetik, sezgiselliği ve simülasyonu incelemeliyiz. Bugün eğlencenin ötesine geçip askeri bağlamda, giderek insanlık dışı bir hal alan uygulamalara ulaşan oyun motorları ve sanal dünyaları için Rönesans’ı bir temel yapı taşı olarak tekrar ele almalıyız. Bugünlerde hareket yakalama ve artırılmış gerçekliği canlı performans ve heykele entegre etmekle çok ilgileniyorum; Ayoung Kim ile New York’taki PERFORMA için böyle bir iş birliği yaptık. Ayrıca sinir ağlarını kullanarak ekolojik kırılganlığı işleyen John Gerrard gibi sanatçıları da çok beğeniyorum.
Bir yandan da sık sık, kökü atalarımıza dayanan bilişsel temellerimizle yeniden bağ kurabilmek için rol yapma oyunlarının ve analog oyunların savunuculuğunu yapıyorum. Performans ve tiyatro aracılığıyla kolektiviteyi, epigenetik hafızayı, öngörüyü ve potansiyel gelecekleri keşfedebiliriz. İstanbul’daki tabandan yayılan forumların şimdiden bu yönde ilerlediğini uzaktan da olsa görmek heyecan verici. Umarım karar alma süreçlerine sanat, oyun ve neşe gibi temel unsurları da dahil ediyorlardır.
Yayınlarınız ve editörlük çalışmalarınız küratörlük projeleriniz için önemli bir entelektüel temel oluşturuyor. Özellikle eleştirel söylemi teşvik etme söz konusu olduğunda, küratörlükte yayıncılığın rolünü nasıl görüyorsunuz?
Bunu benim farklı disiplinler arasındaki istisnai noktam olarak düşünebiliriz. Yayınları, tartışmaları çerçeveleyen ve beşeri bilimleri öne çıkaran kamusal alan yaratma alıştırmaları olarak görüyorum. Aynı zamanda entelektüel tıkanıklığa karşı bir panzehir ve alternatif hakikat aktarım mekanizmaları olduklarını düşünüyorum.
En gurur duyduğum başarılarımdan biri Adam Kleinman ile yayımladığımız WdWReview oldu. Kültürel dönüşüm ve sanatsal direniş ekolojilerini inceleme vizyonunu birlikte oluşturduk. Katkı sağlayanlar reform ve ayaklanma temalarını ele aldılar. Öne çıkanlar arasında, Atina’dan film üzerine ekonomist Yannis Varoufakis, İstanbul’dan sansür üzerine kültür eleştirmeni Binnaz Saktanber ve Hong Kong’daki Sarı Şemsiye Hareketi hakkında volkanolog Adam Bobbette yer aldı. Platform beş yıl boyunca aktifti ve Frieze, Artforum ve e-flux editörlerinden sanat yayıncılığının ufkunu genişlettiği için övgü aldı. Keşke finansmanımız olsaydı, bugün de devam edebilseydik.
WdWReview haricinde, çok güzel sanatçı kitapları hazırladım. Örneğin, Willem de Rooij tarafından hazırlanan Piet Mondriaan’ın astrolojik haritasını yayımladık ki bu çalışma, Mondriaan’ın balık burcu olmasının yaşamındaki ve sanatındaki etkilerine teosofik bir bakış sunuyordu.
Gwangju Bienali’ndeki Minds Rising, Spirits Tuning gibi projelerde, feminist ve yerli bilgiyi de kapsamına alan topluluk ve teknolojinin kesişimindeki temaları incelediniz. Bu anlatıların çağdaş sanat alanlarına dönüşmesi nasıl mümkün?
Yapay zekanın, Silikon Vadisi’nin kelime dağarcığının ötesine geçerek, atalara ilişkin çoğulcu bir anlayıştan nasıl faydalanabileceğini keşfetmek için küratöryel bir risk aldık. Ata ve anaerkil kaynaklardan ve teknoloji kehanetlerinden ilham alarak, hayata dair bütünsel bir vizyonu olan, geçmiş ve gelecek biçimleri inceleyen sanatçılarla çalıştık. Bular ChatGPT’nin ortaya çıkışından çok önceydi. Konsept, Catherine Malabou’nun biyolojik, sinirsel ve kültürel formların değişen zamana cevaben kendilerini nasıl yeniden şekillendirdikleri üzerine oluşturduğu plastisite felsefesinden ilham alıyordu. Malabou’ya göre plastisite, hem bireysel hem de kolektif olasılıkları dönüştürmeye yönelik aktif kapasite demek. Hedefimiz, bilişsel programlamayı genişletilmiş yaşam süreçlerine doğru ilerletmekti: estetik, tarihsel farkındalığa sahip, kapsayıcı ve kafa açıcı. O zamandan beri bu yaklaşımlar dünyanın her yerindeki sergilerde neredeyse standart haline geldi, hatta Met bile birlikte çalıştığımız sanatçılardan beşiyle anlaştı. Ya da yakın zamanda Prada Vakfı’nın gerçekleştirdiği Brain sergisini düşünün. Gerçi o daha Batılı ve anatomik bir yaklaşıma sahipken, bizim yaklaşımımız beyni ve bilişi daha geniş ve dönüştürücü bir mercekle yeniden düşünmeyi amaçlıyordu.
Asya’nın en büyük bienali olan bu Gwangju Bienali edisyonu, yapay ve toplumsal zeka arasındaki diyalektiği araştırıyordu. Bu konsept serginin mekansal ve deneyimsel tasarımını nasıl şekillendirdi ve geleceğin küratöryel yaklaşımlarıyla ilgili ne gibi içgörüler sundu?
Benim odağım fiziksel alanlardan çok daha geniş bir dünyaya yönelik. Beyin ve dünya nasıl birbirini yansıtıp ortak bir uyumlanma süreci sonucunda bağıntısal, birbirine tekabül eden yapılar oluşturabilir? İnsan ve sibernetik zeka arasındaki paralellikler, daha merkeziyetsiz, yatayda ilerleyen bir güç akışının mümkün olduğunu gösteriyor. Bu aynılık ve farklılık dinamiği, Malabou’nun uyumlanabilir, bağıntısal dünya vizyonuyla bağdaşan, yeniden tasarlanmış bir küresel düzenin sinyali olabilir. İyimserliğimizi korursak, daha demokratik geleceklere giden yolun taşlarını döşediğini düşünebiliriz ama benim neslim – hatta belki gezegen – bunu görebilir mi belli değil. Özellikle de teknokrasi ve liberteryen ideolojilerin günümüzde siyaseti şekillendirdiğini düşünürsek.
Bununla birlikte, uzun zamandır birlikte çalıştığım Diogo Passarinho ile pandemi sırasında bile tasarım çözümleri ve yenilikçi, sürdürülebilir yaklaşımlar üzerine iş birliği yapma şansı buldum. Seul ve Amsterdam’daki grafik ekipleriyle çalışarak, tohumları ve fikirlerini birçok kişinin zihnine ekme umuduyla Bienali dijital ve görsel olarak hayata geçirdik. Mimari ve görsel iş birlikleri, küratörlük pratiğinin çok önemli, ancak bir o kadar da talepkar bir parçası olmaya devam ediyor.
Kendiniz hakkında bir itiraf?
Benim yaptığım işin bir reçetesi yok, kendi rotamı oluşturuyorum. Ateşle oynuyor olabilirim ama ateşi sevgiyle körüklediğim zamanlar benim en iyi zamanlarım. Fikirlerimin çoğu statükoya ve iktidarı elinde tutanlara meydan okuyor. Yine de insanlar beni, hem işinde anaç hem de tam bir doğrucu Davut olarak tanıyor. Ancak sonrasında bakım ve onarım için fişi çekmem, kendimi izole etmem ve derin bir uykuya dalmam gerekiyor – ve devam edebilmek için buna bir hayli ihtiyaç duyuyorum.