Küçük nesnelerle kendini “kaplayarak” ifade etmeye başlayıp bu serüvende devasa kent simgelerini kaplamaya kadar gelen sanatçı Christo Vladimirov Javacheff yaklaşık 60 senedir hayalini kurduğu üzere Arc de Triomphe’u kapladı. Kentin ve ülkenin önemli simgelerinden birinin Christo’nun eserine dönüşmüş olması kimileri tarafından bir kültür ve tarih yıkımı olarak nitelense de kimilerine göre sanatçının, obje ve yapıları günlük işlevlerinden ayrıştırarak korunaklı bir şekilde muhafaza etmesi, progresif ve halka açık sanatın en iyi örneklerinden.
Tıpkı sanat kavramının kendisi gibi sanatı deneyimlemek de çağlardır pek çok farklı perspektiften tartışılan ve üzerine konuşulan bir konu. Sanatın “kimi” temsil ettiği gibi “kime” sunulduğu, ne ifade ettiği ve kimin ulaşabileceği de aslında en az sanatın kendisinin ne olduğu, kimin ürettiği ve ne söylediği kadar önemli. Daha modernist anlayışa sahip olunan dönemlerde sanata ulaşabiliyor olmak tamamen ve katı çerçevelere hapsolmuş şekilde sınıfsal farklılıklar ve direkt olarak toplum içindekini statünüzle ilgiliydi. Aslında üretebiliyor olmak da aynı şekilde. Modernizmin bitmeye başlayıp post modern döneme girdiğimizde ise bu kalıp düşüncelerin yıkılmasına dair üretim ve dağıtım şekilleri artmaya ve yayılmaya başladı. Fakat temele indiğimizde sormamız gereken soru belki de hali hazırda soruyor olduklarımızdan çok daha yüzeyde duruyor, çağlar arası geçişlerde aslında günlük hayatımızda o kadar da bir değişiklik oldu mu?
Kuramsal düzeyde sanatı daha ulaşılabilir kılıyor olduğumuza inanıyor olsak da hala gerilla ya da halka açık olmayan herhangi bir sanat dağıtımı sınıfsal farklılık ve statülerle sıraya konulmuş merdivenler arasından yapılıyor. Sanatın herkes tarafından deneyimlenebilecek şekilde sunulmasını sağlamak bile, istiyor olsanız da, uzun zamanınızı alabiliyor. Tıpkı Christo Vladimirov Javacheff’in hayalini kurduğu projeyi görmeye ömrünün yetmemesi gibi. Dünyanın farklı köşelerindeki kültürel ve doğal yapıları plastik kumaşlarla saran ve aslında orada yaşayan insanların belki de her gün önünden geçtikleri yapılarla arasındaki ilişkiyi ve deneyimledikleri şehir görselliğini değiştiren sanatçı için Arc de Triomphe’u plastiğe sarmak oldukça eskiye dayanan bir hayaldi. Bu hayale kaldığı yerden devam eden isim ise sanatçının yeğeni Vladimir Yavachev.
Hali hazırda pek çok tepkiye ve tartışmaya kapı açan ve görünen gerçekliği değiştiren bu esere daha da katmanlı bir bakış açısının getirilmesi ise mimari fotoğrafçı Faruk Pinjo’nun “Concealment Through Reflection” isimli fotoğraf serisi tarafından gerçekleşti. Farklı yapıları fotoğraflayan sanatçı, bu seride yansımaları kullanarak Javacheff’in dönüştürdüğü manzaraya varolanın ötesinde bir boyut katıyor. Herkese açık şekilde sadece görme duyusuyla deneyimlenebilecek eseri şehirlerin her geçen gün değişen ve aslında hafızamızda, yüzeyde fark edemesek bile derinlerinde, yarattığı sallantıları hissettiren şekilde lensinden aktaran sanatçının serisi zaman, aidiyet, bakış açısı gibi kavramlarla oynuyor. Sıklıkla önünden geçtiğimiz şehir manzaraları gündelik karmaşanın içinde ya zihnimizde bir anlam ve yer bulmakta zorlanıyor ya da geçen zamanla biz bu yere dair farkındalığımızı kaybediyoruz. Bu gündelik manzaralara ve yapılara yeni ve herkese açık bir deneyim kazandırmak ise onlara yeniden bakmamızı sağlamanın ötesinde onlar hakkındaki his ve düşüncelerimize yürüyebilecekleri bir yol açıyor.
Pinjo’nun bu yolda farklı noktalardan esere yaklaşarak gösterdiği bakış açıları kendi bireysel deneyiminin ötesinde aslında kolektif bir şehir ve sanat deneyime ayna tutuyor.