Filmde, yönetmenin iki disiplinini harmanladığı detayları görmek mümkün. Tıpkı bir sanat eserine bakarken herkesin farklı yorumlar yapması gibi, film de izleyicinin de kendi kurgusunu oluşturmasına olanak tanıyor. Lynch’in film yapımındaki prensiplerine sadık kalması ve röportajlarında filmlerini asla açıklamaması, izleyicinin kişisel bakış açısına dayalı bir gerçeği yansıtmasını sağlıyor. Filmin içinde gizlenen karanlık öğelerin ortaya çıkması tamamen seyirciye bırakılırken, aynı zamanda yönetmenin alter egosunu keşfetme fırsatı sunuyor.
Film, soğuk ve tekinsiz bir evde yaşayan gergin bir çiftle açılır. Aralarındaki düşmanlık korkuyu çok net hissedebilirsiniz. Renee (Patricia Arquette) kulübe gitmek istemediğini, bunun yerine evde kitap okumayı tercih ettiğini söyler. Fred (Bill Pullman) “Kitap mı?” diyerek güler. Ardından 1940’ların noir tarzını hissettiren bir sahneye geçeriz; burada koca, saksafon çalan biri olarak karşımıza çıkar. Ertesi sabah bir zarf içinde kasetler bulurlar. Karısının yatakta öldürülmüş halini gösteren kasetler…
Fred Madison, bir caz klavye sanatçısıdır ve eşi Renee ile birlikte yaşamaktadır. Fred, evlerinin garajında kendisini, tanımadığı bir adamın videolarını izlerken bulur. Pete Dayton, Fred’in hikayesiyle paralel bir şekilde gelişen durumlar yaşar. Pete’in hayatı, Fred’in hikayesindeki birçok öğe ile örtüşür.
Film boyunca, Fred ve Pete’in kimliği birbirine karışırken, gerçeklik ile rüya arasında bir geçiş yaratılır. Lynch, zaman dilimlerini keskin bir şekilde değiştirerek, izleyiciye sürekli bir kaybolmuşluk hissi yaşatır. Film, her iki karakterin de kimlik ve suçla ilişkili karanlık yolculuklarını sergilerken, bilinçaltı temalarına da dalmayı ihmal etmez..
Yüksek kontrastlı ışıklar, koyu renkler ve yarattığı atmosfer ile film, gerilim ve korku unsurlarını güçlü bir şekilde yansıtıyor. Kötü bir moddayken izlemenizi tavsiye etmeyiz. Müzik de filmin duygusal atmosferini derinleştirirken, Trent Reznor’un (Nine Inch Nails) katkılarıyla müzik, filmdeki gerilim ve tedirginlik hissini daha da arttırır.
Filmdeki bulanık yapının çözülmesi, izleyiciyi kendisiyle ve filmle yüzleşmeye zorlayan cinsten. Lynch’in eserlerinde genellikle mevcut olan anlatımsal serbestlik, burada da bariz bir şekilde gözlemleniyor, bu nedenle film izleyiciyi zorlayıcı ve düşündürücü bir deneyime itiyor.
David Lynch bu filmde, özellikle anlatının karmaşıklığı ve izleyicinin gerçeklik algısını manipüle etme biçimiyle dikkat çekiyor. Lynch’in sineması, çoğu zaman izleyiciyi rahatsız edici, garip ve rüya gibi bir atmosferle içine çekmeyi başarıyor. Filmde renklere duygusal anlamlar yüklenmesi ve karakterlerin farklı kişiliklerde de karşımıza çıkması açısından yönetmenin bir başka filmi Mulholland Drive’a benzetilse de Psikanalitik temalar taşıyan, kimlik bunalımları, bastırılmış arzu ve travmaların su yüzeyine çıkmasıyla ve Freud’cu bir bakış açısıyla Lynch’in en karakteristik işlerinden biri olarak hafızalarda yer ediyor.
Pek çok soru işareti ve kafa karışıklığı ile Lost Highway’i bitirdikten sonra filmi çözümlemek için tavanı uzun uzun izlerken sana eşlik edecek bir playlist bırakıyoruz.